Saz damlı küçük köy evinin mutfağında ana,
kamış iskemlesini toprak ocağın başına çekmiş,
ocağın ağzından içeri ustalıkla kuru sazlar atmaktaydı.
Ateşin üzerinde büyük bir demir tencere vardı.
Ateş yeni tutuşmuş olduğu için ana kah bir dal, kah bir avuç yaprak,
kah biraz daha kuru saz atarak alevleri besliyordu.
Bu sazları geçen güz civar yamaçlardan, kendisi toplayıp kurutmuştu.
Mutfağın köşesinde, ateşe sokulabildiği kadar sokulmuş,
pek ihtiyar, pek cılız ve buruşuk bir kadın oturmaktaydı.
Üstüne geçirmiş olduğu yamalı mavi yeldirmenin altından,
içindeki parlak kırmızı pamuklu hırkanın uçları görünüyordu.
Gözleri hastalıklı olduğu için gözkapakları birbirine yapışmış, yarı kör gibiydi.
Ama kirpiklerinin arasından seçebildikleri ona yetiyordu.
Bu sırada ihtiyar kadın, ananın o güçlü ve becerikli elleriyle,
ocaktaki alevleri besleyip parlatışını seyretmekteydi.
Çökük, dişsiz ağzından hafifçe ıslık gibi çıkan bir sesle,
«Dikkat, et, ateşi pek besleme,» dedi.
«Kala kala bir demet çırpımız kaldı yoksa iki mi?
Bahar geleli daha şurada kaç gün otların kesilecek boya gelmelerine
daha çok var. Ben de işte gördüğün gibiyim;
bir daha dışarı çıkıp da ateşlik çalı çarpı toplayacak gücüm kalmadı.
Kimsenin işine yaramaz acuzenin biri olup çıktım işte.
Gayri ölsem daha iyi...»