gerçekten aşk üze-
rine yazılan kitapların sayısı pek o kadar fazla değildir. Günü-
müzdekiler öğretici amaç gütmekte, eski Sanskrit edebiyatı ve
Ovidus'un aşk kitapları ise aşkı daha çok “cinsiyet" yönünden
ele alarak cinsel birleşmenin tekniğini ve sapıklıklarını anlatmak-
tadır. Öbür eski eserler, bugünkü aşk kavramının dışında katan
aşkı, var olan, gerçek bir olay diye ele almazlar.
Bütün eski yazarlar arasında aşk üzerine görüşleri günümü
ze en yakın olan Eflatun da kadınları aşk kavramının dışında bı-
rakır. Eski çağlarda kadınla ilgili aşk görüşleri fuhuş, zina ve ho-
moseksüellikle yanyana konulduğunda, tarih öncesi aşk
kavramı daha iyi anlaşılır. "Kadına bu kadar çok değer verilmesi-
nin nedeni onu ele geçirmekte çekilen güçlüğün psikolojik bir et-
kisidir. " der Bertrand Russell; “Bir kadını elde etmekte güçlük
çekmeyen bir erkeğin duyguları, romantik aşk biçimine girmez.
Orta çağda, görülen romantik aşk, âşığın cinsel birleşmeyi bu ya
da şu şekiide gerçekleştireceği kadınlara değil, âşığın aşamaya-
cağı, ahlâk ve gelenek gibi engellerle ayrı düştüğü soylu kadın-
lara yönelmişti."
karışık ve kaçı-
nılmaz evrende aşk, kişisel bir biçim; kişiliğin, içinde bulunulan
duruma karşı koyuşudur. Bu durumda La Rochefoucaukfun "İn-
san, başkalanndan duymamış olsa âşık olamazdı" özdeyişini
doğrulayan sanatın aynasına döneriz. Gerçekten de, bugün, on-
suz dünyanın yörüngesinden çıkacağına inandığımız aşk masalı,
şairlerin yeni bir buluşudur. Onikinci yüzyılda Provanslı trouba-
dour’lar (aşk ve kahramanlık hikâyeleri anlatan saz şairleri) do-
yurulmamış isteği şiirsel aşk kavramının canalıcı noktası yaptık-
larında, uygarlık tarihi yeni bir yöne döndürülmüştü.
İnsanın içgüdülerinin esnekliği aşk biçimlerine sonsuz çeşitlilik kazandırır ve bu biçimlerin duygularla yoğrulmasına yol açar. Sürekli olarak gelişen bu heyecan davranışları, hayatın evrensel romantikliğini yönetir.
Eski çağlarda kadınla ilgili aşk görüşleri fuhuş, zina ve homoseksüellikle yan yana konulduğunda tarih öncesi aşk kavramı daha iyi anlaşılır. “Kadına bu kadar çok değer verilmesinin nedeni onu ele geçirmekte çekilen güçlüğün psikolojik bir etkisidir.” der Bertrand Russell; “Bir kadını elde etmekte güçlük çekmeyen erkeğin duyguları, romantik aşk biçimine girmez. Orta çağda, görülen romantik aşk, aşığın cinsel birleşmeyi bu ya da şu şekilde gerçekleştireceği kadınlara değil, aşığın aşamayacağı, ahlâk ve gelenek gibi engellerle ayrı düştüğü soylu kadınlara yönelmişti.”
TOLSTOY, günlüğünde, “İnsanların aşk dedikleri şeyi bilmiyorum”, diye itiraf eder. “Aşk şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiyse, ben aşkı hiç tatmadım.” Fakat günlüğünde bir başka anı şöyle başlar: “A'yı bir an gördüm. Tanrım, ne çekici, ne güzel!... Kendimi, bugün koskocaman, yaşlı ormanda bir budala, bir vahşi gibi hissettim. Günlerce boş yere beklemişim demek. Teni nasıl pembe, gözleri ne kadar da ışıl ışıldı. Hayatımda hiç duymadığım bir aşkla tutkunum ona. Ondan başka bir şey düşünemiyor, ölesiye ıstırap çekiyorum.”
(...)
İnsanın tabii istekleriyle erişmek istediği toplum ülküsü arasındaki bu iç çatışması, aşk yalanlarının maskesini düşürerek çağdaş duyarlığı değiştiren yazarlarda ana konudur.