Jane Austen, çiftlik bahçesine kusursuzluğun verdiği rahatlama duygusuyla bakıyordu. Leonard Woolf’un donmuş elma ağaçları, ona bu duygunun tam tersini yaşatıyordu, temkinsiz vahşet duygusu. Küf ve hela kokan yatak odasına sıkışıp kalmış Proust için üç bonsai ağacı, kayıp zamanın arayışını temsil ediyordu. Nietzsche’nin İtalya’daki düşünce ağacı hasta filozofa, geçmişi unutup yaratmaya ve yok etmeye devam etme yolunda güç ve cesaret aşılıyordu. Colette, güllerde tefekkür ve huzuru keşfetmişti. Bir nesil sonra, Sartre, bir kestane ağacının yol açtığı bulantıyı anlattı; bir kuşağı galeyana getiren varoluşçu bir haykırıştı.
Daha da önemlisi, dikkatimizi dağıtan uyaranların hızlanarak arttığı bir çağda, bahçe biraz yavaşlamak, dikkatlice bakmak ve cesurca düşünmek için bir fırsattır, zihin dağınıklığının panzehiridir.
Bahçe sadece kaçış veya fiziksel aktivite yeri değildi. Entellektüel açıdan da zihni uyarıyordu; çünkü iki temel felsefi ilkenin birleşimiydi: insan ve doğa. İngilizce “yard” (avlu) kelimesinde olduğu gibi, bir yeri çevirerek kapatma anlamına işaret ediyorlar. Bir yeri çevirerek kapatmak için iki şey gerekir: çevrilerek kapatılan bir şey (doğa) ve bu işi yapan biri (insan).
Felsefe çoğunlukla açık havada yapılan bir şeydi. Bunun pek çok sebebi var. Öncelikle bahçeler zihnin dağılmasını engeller. Felsefe sosyal bir uğraştır. Ama çok fazla uyaranın olması çılgınlığa yol açar, derin düşünceye değil.