"Boş ver, Nesrin," dedi, "Bazen öyle oluyor. İnsan kabuklu böcek gibi bir şey. Baktı dışarısıyla baş edemiyor, kaçıveriyor içeri. Bu, kimsenin kabahati değil."
Hayat beni böyle köşeye sıkıştırmayı, gözümün içine baka baka çelme takmayı severdi. Hayatın unuttuğu bir şey varsa, o da bir yerden sonra daha fazla düşülmediğiydi.
“Boş bardaklar tepside biriktikçe, dumanı üstünde çaylar için yer açılıyordu vapurda. Yaşanmış hikayelerden açılan boşluğa, yaşanacak hikayeler gelip oturacaktı birazdan. Kaç ömür gelip bir sahlep içimlik sürede yan yana gidecekti. Kaç yol karşı kıyıda tekrar ayrılmak üzere kesişecekti.”
"Ama"lardan sonrasını duymak istemiyordum hiç. "Ama"lar haindi. O ana kadar itinayla, kan ter içinde inşa ettiğim kumdan kalelere şişko, çirkin ayaklarıyla basıyor, her şeyi yerle bir ediyor, geriye karman çorman bir şey bırakıyorlardı.
Her şeyi tek başına halletmeye dünden razı biri olarak, “Ben hallederim, merak etme” cümlesini duymanın insana nasıl büyük bir ferahlık verdiğini ilk kez sayende öğrenmiştim.