Babam daima, bir gün büyük bir şeyler yapacağımı söylerdi. "İçimde bir his var, John Osbourne," derdi birkaç biranın ardından, "ya çok özel bir şey yapacaksın ya da hapse gireceksin."
İhtiyar haklı çıktı. On sekizinci yaş günümden önce hapisteydim.
Bob Marley ile tanışma fırsatı yakaladık... Esrar dumanından başı görünmüyordu. Şimdiye dek gördüğüm en büyük en kalın esrarlı sigarayı içiyordu. Canlı söyleyemez, canlı söyleyemez, hiç kimse kafası bu kadar iyiyken canlı performans sergileyemez diye düşünüp duruyordum. Ama hayır performansı canlı sergiledi. Hemde kusursuzca.
Çoğu zaman kız kardeşlerimin yoluna çıkmamaya çalıştım. Tıpkı diğer kızların yaptığı gibi sürekli kavga ederlerdi ve ben çapraz ateş altında kalmak istemiyordum. Ama Jean daima bana çok özen gösterirdi. Büyük ablam benim için tıpkı ikinci bir anne gibiydi. Bugün bile ne olursa olsun hâlâ her pazar telefonla konuşuruz.
Dürüst olmak gerekirse, Jean olmasa ne yapardım bilmiyorum, çünkü ben çok gergin bir çocuktum. Üzerimize çökmesi muhtemel bir felaketin korkusuyla yaşıyordum. Kendimi, eve koşarken kaldırımdaki çatlaklara basarsam annemin öleceğine inandırdım. Babam bütün gün uyuduğunda, ölmüş olduğu düşüncesiyle çılgına dönerdim ve hâlâ nefes aldığından emin olmak için onu göğsünden dürtmek zorunda kalırdım. Bu lanet durumdan hiç hoşlanmadığını söyleyebilirim. Ama tüm bu korkutucu düşünceler kafamda dönüp durmaya devam etti.
Pazar günü benim için haftanın en kötü günüydü. Sürekli eğlenmek isteyen bir çocuktum ve o zamanlar bunu Aston'da bulmak pek mümkün değildi. Sadece gri bir gökyüzü, köşebaşı barları ve seri üretim bantlarında hayvanlar gibi çalışan hasta yüzlü insanlar vardı. Gerçi işçi sınıfı gururu hüküm sürüyordu. Hatta insanlar evlerinin dışını, lanet olası Windsor Şatosu'nda yaşadıklarını hissettirsin diye sahte briketle kaplarlardı. Tek eksikleri evlerinin çevresindeki hendekler ve asma köprülerdi. Evlerin çoğu tıpkı bizimki gibi sıra hâlindeydi, yani taş cephenin bittiği yerde çakıl taşı kaplı duvarlar başlardı. Çok kötü görünürdü.
Ben de fabrikadaki işe girdim. Arkadaşım Pat'e müzik sektöründe iş bulduğumu söyledim.
"Müzik sektöründe derken ne demek istiyorsun?" diye sordu.
"Akort işleri," dedim belli belirsiz.
"Ne gibi işler?"
"Kendi lanet işlerinle ilgilen."
Lucas Fabrikası'ndaki ilk günümde müdür bana içinde çalışacağım ses geçirmez odayı gösterdi. İşim taşıma kayışından gelen kornaları alıp miğfer şeklindeki makineye koymaktı. Sonra onları elektrik devresine bağlayıp tornavidayla sıkıyordum. "BAĞĞ, BOOO, Vİİİ, ARRH, BİİİİP." Bir günde akort etmemi bekledikleri korna sayısı dokuz yüzdü. Sayılıyordu, çünkü yaptığım her akorttan sonra bir düğmeye basıyordum. Odada beş kişiydik, yani odada aynı anda baagh'layan, booooğğ'layan ve biiiip'leyen beş tane korna vardı; sabahın sekizinden akşamın beşine kadar.
O lanet yerden çıktığımda kulaklarım öylesine çınlardı ki kendi düşündüğüm şeyi duyamazdım.