İslam Bağlamında Bilgiden, Bilimden Sistem Felsefesine

Bilgi Felsefesi

Alparslan Açıkgenç

Bilgi Felsefesi Gönderileri

Bilgi Felsefesi kitaplarını, Bilgi Felsefesi sözleri ve alıntılarını, Bilgi Felsefesi yazarlarını, Bilgi Felsefesi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Şeytanın tuzakları ve hileleri, benliğimizin arzu ve emelleri ile birleşince kötülük eğilimi, adeta dayanılmaz bir duruma gelir. Bu durum, tamamıyla duygusal bir durumdur. Bundan kurtulmanın en emin yolu, akıl ile duyguları dizginlemek ise de aklın devreye girebilmesi için aksi yönde bazı duyguların da harekete geçirilmesi şarttır. Bu yüzden
Sayfa 221Kitabı okudu
Allah'ın varlığı ve zâtı işlenirken, hedef insandır. Çünkü bütün bunlar, insana tanıtılmaktadır. Hidâyetin, imanın, uyarının, müjdelemenin, hepsinin asıl amacı insandır. Bu bakımdan bütün bu konular, mutlak âlem dahi olsa, beşeri kavramlar, kategoriler ve anlayışlar çerçevesinde anlatılmaktadır ki, insanlar anlayabilsin. Amaç insan olunca, insan da olgusal âlemin bir parçası olarak yaratıldığına göre, Allah'ın zâtı, mutlak âlem, varlığı ise, epistemolojik bir boyut olarak mutlak âlemden aşkın âleme uzanmış ve olgusal alandaki insana ulaşmıştır. Bu demektir ki, İslâmi çerçevenin bilgisel temeli olarak Allah'a iman her üç âlemi kuşatan bir hakikat olarak bizi insana getirmekte ve Allah'ı tanıdıktan sonra, şimdi kendi benliğimizi tanıyabileceğimizi bize hatırlatmaktadır.
Sayfa 185Kitabı okudu
Reklam
Bence “hakka'l-yakin” derecesine çıkmamış bir imani bilgi, çok eksiktir; çünkü iman bilgisi temelde yaşantı ile gelmesi gereken zihinsel bir birikimdir ve bu bilginin yaşantısı duyusal düzeyde kalır da duygusal düzeyde zihne intikal ettirilmezse, çok kuru ve hatta birçok kere etkisiz kalır. Bu açıdan İslâm medeniyetinin en başarılı okulu, hiç şüphesiz ki, tasavvuftur. Fakat bizdeki tasavvuf ne yazık ki, imanı sadece duygusal bir mistik tecrübeye indirgemiş ve ne yazık ki, aynı zamanda zihinsel bir yaşantı haline getirememiştir. Halbuki imâni bilgi, hem duyular, hem de duygurlar tecrübesi ile birlikte verilen algısal verilerin bütünü ile zihinde düşünsel işleme tabi tutularak irade ve cüz'i ihtiyârinin (seçenek) tahakkuk etmesi ile oluşan aşkın bir bilgidir. Aşkın bilgidir; çünkü vahyin yol göstermesi olmazsa, ne duyular, ne de duygular tecrübesi bize bu bilgiyi vermezler. Bunların verebilecekleri tek şey, saf, içeriksiz fakat çok zevk verici bir mistik yaşantıdır. O halde iman, gerçekten yaşayarak elde edilen bir aşkın bilgi düzeyine ulaşırsa, sadece bir zevk olarak kalmaz; aynı zamanda o bilginin gereğini âleme yansıtma işlevine başlar. Böylece mü'min, kendini yeryüzünü imarla görevli bilir.
Görülüyor ki, bu dünyada olan insana, seçmesi için sadece iki seçenek verilmiştir; ve insana bu seçmesini yapması için de sadece bir fırsat verilmiştir. Çünkü hayat birdir, bir daha tekrar edilemez. Birinci seçenek, kazanma, ya da Kur'ân'ın deyimiyle “felâh”dır. (bkz. 23/Mu'minün, 1; 87/A'lâ, 14; 91/Şems, 9; 5/Mâide, 35; 100; 10/Yunus, 17; 16/Nahl, 116; 2/Bakara, 5; 58/Mücadele, 22; vs.). İkincisi ise, kaybetme veya yine Kur'ân'ın deyimiyle “hüsran”dır. (bkz. 22/Hac, 11; 39/Zumer, 15 ve 63; 3/Âl-i İmrân, 85; 4/Nisâ, 119, 42/Şürâ, 45; vs.) Kazanmakla kaybetmek, yani felahla hüsran arasındaki fark ölçülemeyecek kadar büyüktür; hatta sonsuzdur diyebiliriz. Diğer bazı durumlarda kazanmakla kaybetmek arasında, sonuç açısından pek o kadar önemli bir fark olmayabilir. Kazanmakla kaybetmek arasındaki bu sonsuz uçurumu, neyi kazandığımızı ve neyi kaybettiğimizi belirtmekle daha iyi ve daha belirgin bir şekilde ifade edebiliriz. Yalnız önce şunu belirtelim ki, bu iki durum arasındaki farkı kavramak, insana verilen “emanet“in önemini idrâk etmeye bağlıdır. (33/Ahzâb, 72) Zaten insanlığın bu ezeli muamması altında ezilen filozofun en derin sorusu, bu kazanma ve kaybetme ile ilgili olan “ne” sorusudur. İşte her insan gibi Müslüman filozof da bu “ne” ile meşgul olmaktadır. O halde varoluş sonucunda “ne” kazanılacaktır; ve “ne” kaybedilecektir? Sonuç ise “ölüm” olduğuna göre, kazanılan ve kaybedilen sonsuz bir “felâh” ya da “hüsran”dır. İşte felsefenin en temel sorunlarindan biri olan felah ve hüsranın keyfiyeti, İslam felsefesinin en önemli meselesi olmalıdı.
Bütün bunlara rağmen denebilir ki, Peygamberimiz bilim yapmamıştır ve İslâm dünya görüşünü sistemleştirmemiştir; sadece halkı irşâd etmiştir ve bunda da başarılı olmuş, evrensel bir İslâm medeniyetine öncülük etmiştir. Buna cevap olarak diyebiliriz ki, eğer Peygamberimiz, halkı irşâd ederken onlara belli bir dünya görüşü (ki, bu da Kur'ân'dan çıkarılan dünya görüşüdür) vermiyor idiyse; o zaman İslâmi kavramları, rastgele ve bir bütünlük arz edecek şekilde vermiyordu demektir, Halbuki bu, mümkün değildir. Çünkü bugün elimizdeki hadis literatürünü dikkatle incelersek görürüz ki, bu literatürde gömülü yatan fikir bütünlüğü, özellikle o zaman için açık bir dünya görüşü ve açık zihniyetler, anlayışlar sergilemektedir. Ancak o zaman sergilenen bu dünya görüşünü, zihniyetleri ve anlayışları biz bugün, o zamandaki gibi bir açıklıkla anlayamadığımız için bunlar bize göre kapalılık (muğlak) arzetmektedir. Çünkü bu dünya görüşünde kullanılan bilgi, ruh, bilim, irfan, marifet, insan, âlem, iman, din vs. gibi yüzlerce kavram, bugün bizler için farklı anlamlar ifade etmektedir. Bu gibi kavramların anlamını, o zamanki anlamlarına çevirmek, bence yersizdir ve zaten mümkün de değildir. Ancak bütün bunlardan bugün için geçerli olan Ve Kur'ân ile Sünnete dayanan İslâmi bir dünya görüşü kurmak mümkündür. İslâm bağlamında bilgi felsefesinin ana hedefi bu olmalıdır. |
En genel anlamda Kur'ân, Bilginin sadece Allah'a ait olduğunu vurgular ve böylece birkaç ayette “Allah bilir, siz bilmezsiniz” (2/Bakara, 216, 232; 3/Âl-i İmrân, 66; 24/Nur, 19) diyerek Allah'ın mutlak bilgisi karşısında bizim bilgimizin göreceliğini ifade eder. Zira Allah, gizli, açık her şeyi bilir; göklerde ve yerlerde olan her şeyden haberdardır; O, hem gaybı, hem de şehadeti bilir (2/Bakara, 77, 235,255; A/Nisa, 63; 5/Mâide, 97, 99; 6/En'am, 59, 60; 9/Tevbe, 78; 10/Yunus, 18; 11/Hüd, 6; 16/Nahl, 19; 27/Neml, 65; 33/Ahzab,51;47/Muhammed, 19; 49/Hucurât, 16; vs). İnsana bilmediğini (vahiyle) öğreten de O'dur. (96/Alak, 9). Ayrıca Allah bilgisiyle her şeyi kuşatmıştır. (6/En'âm, 80; 7/Arâf, 19; 40/Mü'min, 7; 65/Talak, 12). Gerçek bilgi ise, Allah'a aittir “inneme'l-ilmu indallah“ (67/Mülk, 26). “Her bilenin üstünde daha iyi bilen biri vardır” (12/Yusuf, 76). Bilenlerin en üstünü ise, Mutlak Bilgin, “alim” olan Allah'tır. Bütün bu bilgi belirlemeleri, Aydın Bilgi dediğimiz vahiyle aydınlanmış bilginin nitelikleridir. Bunlardan somut ahlâki ilkelere geçişler de Kur'ân'da zikredilmiştir: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” (17/isrâ, 36); diğer bir deyişle “hakkında bilgin olmayan şeyleri yol gösterici olarak seçme.” Yine Hz. Nüuh'a hitâben şöyle denmektedir: “Bik mediğin bir şeyi benden isteme” (11/Hud, 46).
Reklam
17 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.