Duygularım ile efkarımın birbiriyle uyum sağladığını düşünüyordum. Artık ne mutlu ne de üzgün idim. Günde on iki saat çalışarak hayatımı kazanmaya, ekmek parası bulmaya mecburiyetim olmadığı gibi, meşru ve gayrimeşru bir şekilde zengin olmak ihtimalim de yoktu. Düşünmenin o insan elinde olmayan belirsiz hızıyla hayatımın hesabını, bilançosunu yapıyordum.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç veremli bir aşığın son veda öpücüğü kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerine bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu.
Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, papuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, giysilerimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale yetişilmez bir hülyaya dönüştü. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve acıyla kıvranan bir nesil... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkansız bir nesil, ah, şimdiki hasta ve veremli çevre...