Edebiyatta, 19. yüzyıldan beri var olan bu dil biçiminde, iki gerçek özne, iki konuşan özne vardır - ihlal için Oidipus, ölüm için de Orpheus. Ayrıca hem söz konusu edilen hem de alçak sesle ve dolaylı olarak seslenilen sadece iki figür vardır - kutsallığı bozulmuş olan Iokaste ve kaybedildikten sonra bulunan Eurydike. Bana öyle geliyor ki, ihlal ve ölüm, isterseniz yasak ve kütüphane de diyebiliriz, bu iki kategori edebiyatın kendine özgü mekânı diyebileceğimiz şeyi aşağı yukarı bölüşürler. En azından edebiyat gibi bir şey bize bu mekândan gelir.
Kayıp Zamanın izinde, bilindiği üzere, Proust’un hayatından çıkıp eserine giden bir yolculuğun değil, Proust’un hayatının -gerçek, dünyevi, vb. hayatının- askıya alındığı, kesintiye uğradığı, kendi üzerine kapandığı ve tam da hayatın kendi üzerine kıvrılması sayesinde eserin başlayabilme ve kendi mekânını açabilme gücünü bulduğu bir andan çıkan yolculuğun anlatısıdır.
Ama Proust’un bu hayatı, bu gerçek hayatı eserde hiç anlatılmamıştır. Öte yandan Proust’un uğrunda hayatını askıya aldığı ve dünyevi hayatını kesintiye uğratmaya karar verdiği bu eser de asla sunulmamıştır, çünkü Proust kitabın son satırında, başlayacak - ama aslında hiç vücut bulmayan bu esere tam olarak nasıl varacağını anlatır.
Sonuçta ben de deli olabilirim, ama deli miyim bilmiyorum, çünkü delilik bilinçdışıdır ve başka herkes deliyse deli olup olmadığımı bilmek için elimde hiçbir nirengi noktası yoktur.