Kirpiklerinin altında ışıkla ve ışınla dolu dört göz, aynayı dolduruyordu. Sorular çakıp çakıp yitiriyordu. Bilmiyorum: Işıklar ve ışınlar, senden bana, benden sana mı, yoksa yalnızca benden sana mi yansıyor... Aynaya giriyor, sonra yine çıkıyor, bunun ne olduğu üstüne ne bir cevap, ne de bir açıklama... Bu somurtuk kırmızı dudaklar senin dudakların mı, hayır değil, benim dudaklarım, ne kadar da benziyorlar birbirlerine! Saçlar da aynı biçim, o parlaklık, o ışın. Biziz bu! Değiştiremeyiz bunu, başka bir dünyadan gelmişiz gibi. Resim sallanmaya başlıyor, kenarlardan taşıyor, toplanıyor, hayır toplanamıyor. Gülen bir ağız o. Başka dünyalardan bir ağız. Hayır, bir ağız değil, bir gülümseme değil o, kim bilir ne! Sadece alabildiğine açılmış kirpikler var, ışıkların ve ışınların üstünde. Aynayı bıraktılar, kızarmış, şaşkın yüzlerle birbirlerine baktılar
‘İki dalga geçti içinden: İlki insanı hareketsiz bırakan bir soğuk dalga, ikincisi canlılık veren bir sıcaklık… Tıpkı başımızdan geçen ender olaylarda olduğu gibi.’
Onlar da bir daha Unn’u çağırmadılar. Tek başına kaldı kız. Kibirlinin biri diyenler oldu onun için, ama tutmadı bu ve kimse rahatsız etmeye kalkmadı Unn’u… Bu gibi şeyleri önleyen bir havası vardı sanki.