Hikaye, paslı bir ayna. Bazen kısacık bir an, bazen kısacık bir olay... Zaman ile mekan arasında sıkışan bir tecrübe... Bazen adalet, bazen zulüm...gözyaşı ve tebessüm, dua ve yakarış... şikâyet... iftihar... Ne anladığımız ile nasıl anlattığımız arasındaki uyuşmazlık! Hikaye, anlatmaya kıydıklarımız.
Daha önce Pakistan, Hindistan ve İran öykülerine dair okumalarıma ilişkin notlarımı paylaşmıştım. Doğu hikayelerinde bir duygunun terennümü daha baskın gibi geliyor bana. Belki de okuduğum seçkilerde bu tür hikayeler seçilmiş olduğundandı. Mezarında oğlu için ağlayan bir anneyi hatırlıyorum mesela.... Bir duygunun kesafetini ifade etmede "anne" karakterinden daha uygun bir kelime düşünemiyorum.
Çağdaş Arap hikayelerin seçkisinden oluşan bu eserde ise siyasî ifadelerin yoğunluğu dikkatimi çekti. Bir kaç hikâyede adalet vurgusu vardı. Adaleti hakimden bekleyen insanların âcizâne dil döküçlerini okudum ümitsizce....Sahi adaleti kimden ümid etmeli insan?
Mütercim kitabın başına şöyle bir not düşmüş:
"19.yyda Fransızların bazı Arap topraklarını işgali, bu toprakların ekonomik ve politik yönden Avrupa egemenliğine girmesinden sonra Batı ile Arap dünyası arasında edebî bir dönem başlamıştır."
Kitabı bitirince bu yargıya katılmak durumunda kalıyor okuyucu. Bir hikâyede Osmanlı zulmünden dem vurulmuş mesela.. Leyla ve Mecnûn hikayesinin asûdeliğinden, gayrı meşrû ilişkilerin serbest bırakılmasını arzu eden bir hikayeye nasıl gelinmiş düşünmek gerekiyor.
Modern Arap hikayesi hakkında dizilir sahibi olmak için olunabilecek bir eser.