Batı'ya göç etmiş bir akademsiyen daha, ülkesinde var olan sistemi yeren ve edebiyat sanatının getirdiği yüreği parlatıp esir alınan, acıları kat be kat duyumsayan vicdanıyla!
Kurgu; Edebiyat bölümünün bilge profesörü Yang'ın hastanede acılar içinde geçmişiyle hesaplaşması ve ona bakmakla görevli damat adayı Jian'ın durumdan
Çin ülkesi, yaşlılıktan eli ayağı tutmayan bir cadı. Sıfırı tüketmiş, beyni sulanmış ama yine de ayakta kalabilmek için çareyi kendi evlatlarının kanını emmekte buluyor.
Aslına bakılırsa bazı insanlar keder ve ıstıraptan hoşlanır, çünkü yaşamlarını anlamlı kılan besin, perişanlık duygusudur. Her türlü acıya dayanırlar, mutluluğa tahammül edemezler.
Başka bir anlatımla, 'kişi' bizde ancak şiiri kadar özgür. Çinli şairin tek varoluş biçimi bu özdeşlik. Buna karşılık Batı'da şiir bireyi hem besliyor hem koruyor.
Marx'ın bize öğrettiği gibi din afyondur. Buna şüphe yok. Yine de insanlar acılarını dindirmek için arada bir ruhlarını afyonlamaya muhtaç olurlar. Et bizi tek başına ayakta tutmaya yetmiyor.
Edebiyat üzerine çalışacak insan ruhen aristokrat olmalı. Bizim gibilerin çoğu, ömrü boyunca kıt kanaat yaşar, durum öyledir ama ruhumuz zengindir, Don Kişot'luk bizim içimizdedir.