"... okurken yükseldiğini, en tepeye, zirveye çıktığını hissetti... Nasıl huzurluydu! Günün tüm ıvır zıvırı bu mıknatısa yapışmış; zihni silinip süpürülmüş tertemiz olmuştu."
Güzelliğinin fenerini yanında taşıyordu, bunu bilmiyor olamazdı. O girdiği her odayı o fenerle aydınlatırdı. Hem, her ne kadar onu gizlese, sıradan görünmeye ça- lışsa da, güzelliği ortadaydı.
"Doğa insanın yaptıklarına ilavede mi bulunuyordu? İnsanın başlattığını tamamlıyor muydu? Doğa aynı kayıtsızlıkla insanın çaresizliğini, kötülüğünü, çektiği ızdırabı görüyordu."
"... dünyada mantık, düzen, adalet değil; ızdırap, ölüm ve yoksulluk vardı. Bu dünyanın kalkışamayacağı hiçbir kötülük yoktu, bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk sürmüyordu; biliyordu."
"Oysa, kocasının kendisinden su götürmez bir şekilde daha kıdemli olduğunu, ona kıyasla, kendisinin dünyaya kattıklarının kayda değmez şeyler olduğunu bilmeleri gerekirdi." (syf. 51)
"Kadınlar resim çizemez, kadınlar yazı yazamaz..." (syf. 62)
"Su götürmez ki; evlenmemiş kadın hayatının en güzel yıllarını kaçırmaktadır." (syf. 63)
Tek yaptıkları konuşmak, konuşmak, konuşmak, konuşmak, yemek, yemek, yemekti. Kadınların suçuydu bu. Kadınlar bütün o "cazibeleriyle", bütün o aptallıklarıyla uygarlığın ilerleyişini durduruyorlardı.
Bir tuvaline, bir yemek odasına bakararak dinlenirken, ruhun göklerinden geçip duran o eski, büyük ve yaygın soru ortaya çıktı zaten hep böyle anlarda, Lily yorulan zihinsel becerilerini serbest bıraktığı anlarda ortaya çıkardı, durup onun üzerine çöker, etrafını karartırdı. Yaşamın anlamı neydi? Bu kadardı işte -basit bir soruydu; insan yaşlandıkça daha da üzerine çöken bir soru. Bu büyük aydınlanma hiç gelmiyordu. Onun yerinde gün ufak tefek günlük mucizeler, aydınlanmalar, karanlıkta bir anda aydınlanıveren kibritler vardı.