Ortaçağ bireyi, Baudelaire'in dediği gibi, "semboller ormanı"nda yaşar. Chenu'ye göre ise sembolizm, mistik deneyimle aynı tözdendir. Gerçekte şair için olduğu gibi, mistik için de özsel olan, görülmez. Orta çağ açısından sembol, basit edebi bir yöntemden, bir üslup güzelleştirmeden ya da güzel oynanmış psikolojik bir oyundan başka bir şey değildir. Bu açıdan Orta çağ sembolü, Augustinus'un sembolünden ayrıdır. Çünkü Augustinus'a göre sembol, ne bir edebi yöntem, ne bir üslup, ne de psikolojik bir oyundur. Gerçekte sembol, hakikatin ifade edilme biçimidir; daha doğrusu deşifre edildiği takdirde, hakikate götüren bir araçtır. Hakikate ne açık ve seçik kavramları, ne de yalın fikirleri düzenleyerek ulaşabiliriz. Onu sembol sayesinde buluruz.
İkili bir yapı içerisinde, yargılamanın ve bağışlamanın, korkunun ve eğlencenin, aşkın ve öfkenin, gecenin ve gündüzün, müziğin ve mevsimlerin tekabül ettiği bir anlam, her nesnesinin konuştuğu bir dil vardı.
İnsan kendisinin bu dünyaya düşmesine neyin neden olduğunu iyi bilseydi, bu dünyanın kendisi etrafında dönmediğini ve onu istediği gibi kullanamayacağını ya da değiştiremeyeceğini de bilirdi.
Hıristiyan antropolojisi, insan tanımını iki kavram altında özetler: Bunlardan birincisi homo viator'dur (yolcu insan). Buna göre insan, kaderinin geçici zamanlarında ve mekanlarında, doğumla başlayan bir yolculuğa çıkar. Dünyadaki yolculuğunu, isteklerine doğru, ölüme doğru sürdürür. Bu yolculuğun sonunda ezeliliğe ulaşır. İkinci kavram ise pişman olan varlıktır. İnsan her ne kadar keşiş değilse de, günahlarından pişmanlık duyar. Bütün bu şartlarda evrensel bir tip oluşturan insan, karmaşık bir varlıktır. Bir taraftan o, birbiriyle çatışan anima/ corpus ( tin/ ten) ögelerinden, diğer taraftan spiritus/cor (akıl/kalp) öğelerinden oluşur.