Kitap, ortalarında tek bir bölümü dışında keyifli bir okumaydı (hangi bölümden bahsettiğimi biliyorsunuz…). Ayrıca sanırım çok nadir yaşadığım bir şekilde bazı yerlerde kelimeler resmen müzik gibi geldi kulağıma, çok zekice yazılmıştı. Lord Henry de aynı şekilde çok ilginç diyaloglarda bulundu kitap boyunca. Çoğu dediği kendi de bildiği üzere absürttü ve ciddiye alınması için söylüyor değildi dediklerini aslında. Yine de bazı dedikleri beni de düşündürdü.
Kitabın kilit noktası olan portre konusuna bayıldım şahsen. Ve de bu kitabın bana öğrettiği bir şey varsa; vücudumun, hayatımın ve kararlarımın izlerini taşımasına artık mutlu olmamdır. Vücudumuzda taşıdığımız izleri ruhumuzda taşımıyoruz. Deneyimlerimiz üzerimizde fiziksel bir iz bıraktıkça hepsiyle bir bir yüzleşmiş oluyoruz. Yaşlanabildiğimiz için ne kadar şanslıyız aslında!
Kitabı bitirdikten sonra bir şeyin beni rahatsız ettiğini hissediyordum. Sonunda da ne olduğunu çözebildim. Kitapta olan bir sıkıntıdan çok, benim kendi öznel duygularımmış meğersem. O zamanın avrupa yüksek sınıf insanının yaşamının tembelliği ve sorumsuzluğu beni rahatsız etmiş. Ondan dolayı da karakterlerin hiç biri için fazlaca duygu besleyemedim, ciddiye alamadım üzüntülerini. Oysa farkındayım ki muhtemelen öyle yasamlar gerçekten de vardı zamanında, yine de kitap konusunda ağzımda ekşi bir tat bıraktı objektif bir kusur olmamasına rağmen.