Martin Heidegger felsefelerinin yanına konuyorsa da, bu işin literer yanıdır. Aslında Sartre'ın önemi teorik olmaktan çok pratiktir. Yoksa Kierkegaard'ın o konkre ve derin iç yaşayışı ve Heidegger'in o abstreler uçurumunun yanında çok sığ ve fakir kalır Sartre'ınki. Ama aksiyonda, bütün egzistansiyalistleri geçtiyse, Sartre bunu, o felsefeden, çıkardığı ve zamana uygulanabilir metoduna ve onu uygulamadaki başarısına borçludur...
Albert Camus , bu iki düşünce ve sanat adamı, bu iki arkadaş, bu iki dost ve nihayet bu iki ayrılan adam. Sartre'nin "Bunaltı"sına karşılık, Camus'nün "Yabancı"sı,çağımızı, insanının portresini ve çektiği sıkıntıyı veriyor. Birinin teorik plânda "Varlık ve Hiçlik" adlı eserine karşılık, öbürü "Sisiphe Efsanesi"ni koyuyor. Birinin aksiyoncu yorumu "Başkaldıran İnsan", öbürünün "Materyalizm ve Devrim". Birinin romanı "Veba"ya karşı, öbürünün "Hürriyet Yollarında"sı.
Necip Fazıl Kısakürek'in şiiri olarak alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır. Bir kesim
Nazım Hikmet Ran'ı Cumhuriyet dönemi şiirinin açıklanması için bir anahtar şair olarak almak istedi. Oysa,
Nazım Hikmet Ran, içerden çıkan değil dışardan gelen, arûzu boyuna soyunup heceyi boyuna giyinmeye çalışan geç kalmış eski ve yabancı bir Âkif gibidir. Sağladığı cezbe ordan gelmekte ve bu cezbenin çarçabuk kayboluşu da buradan gelmektedir..."
Necip Fazıl Kısakürek'i Batılı anlamda bir sembolist şair saymaya imkân yoktur! Gerçi şiirinde sembolist bir yapı zaman zaman göze çarpmaktadır. Ama, bu, Batı şairinde daha çok bir estetik ve poetik kaygı olduğu hâlde, Necip Fazıl'da hakikati arama ve bulma cehdinde ruhun zaman zaman büründüğü renk ve çok defa da aştığı üslûp vak'ası olmaktan başka bir şey değildir. Sembolizm,
Arthur Rimbaud'yu nefsle ruhu ayıran cidarın titreşimlerindeki arı uğultusuna, arı oğulu lirizmine ulaştırmıştır. Necip Fazıldaki sembolizm ise, Bu âlem anlayışının ötesinde, ruh dünyasını tasvir araçlarından ve imkânlarından biridir..."
Charles Baudelaire'de daha çok sığınılan dünya, ten hazlarının, afyonun, bayıltıcı kokuların insanı kendinden kaçıran dünyasıdır. O, alelâdeyi bu araçlarla kırmak ister.
Necip Fazıl Kısakürek'in şiirinde ise, "ezel fikri" ve "ebed duygusu"dur gidilecek, aranılacak ülkenin özelliği. Batı şairlerinde kendi iklim ve yerlerinden kopuş ve kaçış önemlidir..."
Melih Cevdet Anday'in şiiri, dar ve özel anlamında gerçekçi bir şiir. Yaşamak için gerekli hayatı, ekmeği kazanmak cinsinden bir hayatı, cemiyetteki yanından ve düz olarak anlatıyorlardı. Şiir (fevkalâde)nin yaratılışı değil, (alelâde)nin anlatılışıydı. Şairânelik alay konusu olmuştu. Kelime şiirde ve düzyazıda farklı kullanışta değildi. Savaş gibi güçlü bir şoktu bu şiir. Bu kuvvetli şokladır ki, günün iyi şairleri büyük sarsıntı geçirir.
Ziya Gökalp, musikîmizi Bizans'a, şiirimizi Acem'e, düşüncemizi Arab'a mal edip, bizim için bir çıkış yolu arıyor, bunu da sözde halkta buluyordu. Halk musikîsi, halk şiiri gibi. Folklor seviyesinden ileri gidemiyordu. Oysa, Nedim, Nef'î, Bâki, Nâbi, Itrî, Dede efendi halk kişileri değil miydiler? Bu halkın çocukları değil miydiler? Saray bu halkın sarayı değil miydi? Hükümdarlar da bu halkın hükümdarları değil miydi?[...]
Güçlü bir kalemi, sistematik bir kafası olmasına rağmen dayandığı aksiyomlar yanlış olduğundan gerçeğin tam tersi bir neticeye varıyordu...
Albert Camus bir nevi kara metafizik determinizmine bağlamış,
Jean-Paul Sartre'sa bütün kabahati insana yüklemiştir. "Varlık, özden önce gelir!", "Cehennem başkalarıdır!", "İnsan kendini seçerken başkasını da seçer!" derken, hep getirip, insanın meselesini, insanda başlayıp biten yapıda bırakıyordu. Sartre insanı ele alıyor, hep ona bakıyor, hem de öylesine bakıyordu ki,, nerdeyse onun dışını inkâr ediyordu; dış dünya, insanın bir marjı gibi oluyordu. Malraux'ysa, insanı hemen çevreleyen, onun üstüne yığılan mânevî (tarihî-sosyolojik) ve maddî (fizikî-iktisadî) şartlara öncelik veriyor. Camus ise, o şartları da çevreleyen, varlığın ufuktaki nebülözü siyah bir çerçeveyi anlatıyordu. hepsinin hareket noktası, kötümserlik değilse bile kötülüktü. Siyah bir çizgi çekmek için, ufku siyaha boyamak için yola çıkmasalar bile, siyahtan yola çıkıyorlardı. İlk nokta siyahtı..."
- "Bu şiirde, zaman önemini kaybetmiştir, insandır hep bu şiir. İsa ve İncil varsa bu şiirde, mistik veya dinî bir şiir sanmayın. Tam anlamıyla lâik bir şiirdir. Din bir dekor, ya da bir benzetim veyahut bir sonda âletidir. Yaşamayı çekip çıkarmak için bir âlet. Alelâde kadınlar konuşur, ama mutluluğu. Sevişme vardır, aşk yerine daha çok. Tanrı'yı, aşkı, ölümü anlamaz bu şairler; toplumu, kadını, varlığı anlarlar. En pragmatik ispat, dokundurmaktır. Bu şairler insanı şiire dokundurur!
Turgut Uyar'da şiir bir ağaç gibi büyür, gelişir, bir orman gibi uğuldar. Tüyleri tenimize değdirir .
Cemal Süreya resimler çizer. Heykel figürleriyle işler. Bir şarkıcı, bir dans şairidir. Yeni şair, hep müşahhasın müşahhasına, plâstike gider. Bir kavanoz, bir ayışığı âlemi kurar.