Bütün bu harcamalara rağmen, Amerikalı öğrencilerin başarılarında olumlu bir değişme olduğunu söylemek zordur. Bunun bir delili, öğrencilerin ders durumlarındaki uzun vadeli eğilimlerini ölçmeyi amaçlayan testlerin sonuçlarıdır. Sadece bir örnek verecek olursak, Amerikan Meclisi’nin yapılmasını zorunlu kıldığı ve öğrencileri muhtelif derslerde belli aralıklarla ölçen NAEP’nin (National Assessment of Educational Progress) okuma puanları, 1984 ile 2004 arasındaki yirmi yıllık dönem boyunca neredeyse hiç değişmemiştir. Buna göre, 9 yaş grubu yani 4. sınıf öğrencilerinden sadece yüzde 31’i yeterli düzeyde okuma becerisi edinebilmiştir.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin eğitim politikalarını belirlerken yapılması gereken şey, modernleşmeyi bayağılaştırıp teknolojiye indirgemek ve okulları teknolojiyle donatmak değildir. Sadece okulları teknoloji ile donatmak hususunda değil, eğitimde yapılacak bütün değişiklikler için öncelikle yapılması gereken, yerel ihtiyaç analizidir. Yerel ihtiyaçların belirlenmesi için eğitimin aktörleri gözlenmeli, dinlenmeli ve okullar en geniş şekilde yerinde incelenmelidir. Yerel ihtiyaçlar temelinde, uzun vadeli ve titiz çözümler geliştirilmelidir. Böylece sorunlar ve çözümler arasında birebir ahenk kurulmalıdır. Eğitimin temel sorunlarının çözümü için sihirli bir kısa yol yoktur.
Danıştay’ın öğrencilerin 13-14 yaşlarında yaptıkları bir tercihle bir lise türü seçmelerini, katı bir yönlendirme ve ayrıştırma için meşru bir gerekçe sayması, ancak çocukları adeta bir nesne olarak gören 1909 model pozitivist eğitim psikolojisiyle uyumlu olabilir! Psikoloji emekleme çağındayken bazı psikologlar, doğa bilimlerindeki başarıdan etkilenerek, kimi testlerle çocukların “muhtemel varış yerleri”nin tespit edilmesi ve ona göre bir eğitim verilmesi (yönlendirme) gerektiğini savundular. Bırakın 21. yüzyılı, bu iddiaları ortaya atanların bizatihi yol arkadaşları, yirmi yıl geçmeden, ne o testlere ne de o psikologlara güvenileceğini itiraf ettiler.