Onlar [eşzamanlılıklar] bilimin günlük yasalarını aşarlar, çünkü hem madde hem de anlam içeren ayrılmaz bir düzenden kaynaklanan çok daha derin hareketlerin ifadeleri gibi görünürler.
Görünüşte mantıksız ve çelişik gibi görünse de çoğu zaman gerçek olan, bilim adamlarının hala kendi özlerinin dahi derinliklerini anlamamış olmalarıdır.
Nitelikli bir indirgemeciliğin bilimde yeri vardır, fakat indirgemecilikle tabiatın tam bir tasviri mümkündür denilirse, o zaman yanlış tanımlamalar ve karışıklık ortaya çıkar.
Batıda, yazarlar ve ressamlar bilinçsiz alandaki bilgilerimizi genişletmemize yardımcı olmuşlardır. Shakespeare'in Makbeti algılarımızdaki ve eylemlerimizdeki inkar ettiğimiz suçluluk duygusunun gücünü en iyi şekilde göstermektedir. Dostoyevsky'inin Suç ve Ceza'sı (Crime and Punishment) bastırılmış isteklerin rüyalarda nasıl ortaya çıktığını bizlere gösterir. Bilinçsiz aklın en iyi açıklamalarını Sigmund Freud'un çalışmalarında görmekteyiz.
Fizik kanunlarmın manaya veya insani isteklere ihtiyacı yoktur. -İstesek de istemesek de elmalar düşmeye devam ederler- eşzamanlılık ise; aklın iç süreçlerinin bir aynası gibidir ve iç dönüşümlerin dışa vurumlarının biçim almış halidir.
George Eliot'un ömür boyu arkadaş'ı olan G.H. Lewis, Charles Dickens hakkında şu hikayeyi anlatır:
"Dickens rüyasında herkesin kırmızı giydiği bir odadaydı. Aniden sırtı ona dönük bir kadınla çarpıştı. Dickens özür dilerken, kadın kafasını çevirdi ve hiç rahatsız olmamış gibi "'benim adım Napier" dedi. Dickens, Napier adlı kimseyi tanımıyordu ve kadının yüzü de yabancıydı. İki gün sonra, bir bayan arkadaşı tanımadıkları kadınla bekleme odasına girdi ve arkadaşı kadını "kırmızı pelerinli, tanışmaya çok ısrarlı biri var yanımda" diye takdim etti. Dickens, şakayla karışık "Napier mi" deyince kadın evet, bayan Napier" diye cevapladı. Rüyasındaki insanın yüzü bayan Napier'inki değilse de kırmızı elbise ve ismin tesadüfü oldukça ilginçtir."