Lakin içinde ansızın doğan bu garip duygulara fazla yüz vermedi Bektaş. O kendi işine bakmalıydı. Öyle ya, her balık kendi denizinde yüzmeliydi... Şu Kadın Pazarı'ndan cariye almak nereydi, Bektaş nere?
Bu sırada yanlarına sokulan bir iki kişiyi uşaklar ellerindeki sopalarla dürterek uzaklaştırdılar. Muratzade, homurtuları duymazdan geldi. Halka karşı İstanbul Kadısının uyguladığı bu sert tutum, Şeytan Emin'i şaşırtmıştı. Bunu Muratzade anlamış olacak ki sebebini çok hafif bir sesle açıkladı adama: "Bu avam takımına fazla yüz vermeyeceksin, yoksa seni de avamlaştırırlar. Bunlara ne kadar vurursan, kıymetin o kadar artar. Buralarda çok olan Rumlar yine söz dinler de şu çulsuz Türkler yok mu; eskiden beri serkeştirler. Sırtından sopayı çek, gelir senin sırtında sopa kırarlar. O yüzden böyle yaparım.
Rahmetli babası bu işi çok sık anlatırdı; anlatırdı ki Bektaş öğrensin, iman etsin: "Evlat, insan ölmez, don değiştirir. Kalıp kalır, toprağa girer. Can ise hüma kuşu gibi göklere uçar. Sonra bir madende gizlenir. Maden toprağa karışır gider, bitkide canlanır. Bitkiyi yer bir hayvan, oradan da başka bir vücuda geçmiş olur. Âdemoğlu hayvandan yer, ruh oradan insana ulaşır; bir damlacık meni içinde yeniden vücut bulur. Böyle bir daire içinde döner dururuz. Yüz yıl mı yüz kere bin yıl mı bilemem ama böyledir işte. Belki ben daha önceki hayatımda bir boğa idim. Onun öncesinde de atamız olan meşe idim belki..."
Su ve ağaç... Dünyanın en güzeli ve en kutsalı bunlar değil miydi? Su ve ağaç üzerine şehzadelik döneminde neler duymamıştı ki... Atalar, babalar demezler miydi "Suyun canı vardır" diye... Bununla ilgili çarpıcı hikâyeler anlatmazlar mıydı? Suyu kirletmenin günah olduğunu... Saygı gösterilmeyen suyun küsüp başka yere gideceğini... Kendi sultan dedeleri de tarih boyunca suyun canından güç almak çabasında olmamışlar mıydı? O yüzden Haremin her odasına bir çeşme koydurmamışlar mıydı? Kendisi de bunu böyle bilmiyor muydu? Tarrah Kapıdağlı'dan bu resmi isterken aslında ağaçtaki ve sudaki o gücü, o ulu ruhu istemiyor muydu?