Bizler bu sürecin tarihini ancak "erkek"in ve "kadın"ın hem boş hem de kendi dışlarına taşan kategoriler olduğunu kabul edersek yazabiliriz.
Boşturlar; çünkü nihai, aşkın anlamları yoktur. Kendi dışlarına taşarlar; çünkü sabitmiş gibi göründüklerinde bile kendi içlerinde alternatif, reddedilmiş veya baskı altına alınmış tanımlar barındırırlar.
Olayların kaydını tutmak bile bir seçme ve yorumlama ameliyesidir. Dolayısıyla her türlü tarih yazımı geçmişin yeniden “kurgulanmasından” öteye geçemez.
20. yüzyılın sonlarına doğru “kadınlar” teriminin beyaz, Batılı, heteroseksüel kadınları ifade ettiğini fark eden feministler, öz eleştiri yoluna giderek kadınların kendi aralarında da bir takım farklılıklara sahip olduklarını dile getirmeye başlamışlardır.
Toplumsal olanaklardan ya da kısıtlamalardan azade bir öznellik inşa edebilmek, toplumsal ve kişisel üst üste bindiği ve her ikisi de tarihsel değişkenlik gösterdiği için mümkün değildir.
Olanı anlatandan ziyade, anlatırken yeniden yaratan anlatı, kendinde bir olayı değil, anlatıcıyı, özneyi önceler. Öznenin aktarma, anlatma, hikayeleme biçimine de önem atfeder.
Kadın tarihçiler, kadınları tarihe yazarak ve kadının hakkı olan yeri almasını sağlayarak tarih disiplinini kökten değiştirebileceklerdir.
Daha önce tarihin görmezden geldiği kadınlar da tarih sahnesine kazandırılmalıydılar. Feminist tarihin asıl rolü, kadını özneler olarak üretmek değil, bu üretimin araç ve etkilerini araştırmaktır.
Feminizm'in toplumsal cinsiyet terimine yönelişi siyasetten kesin bir kopuştu ve bu yöneliş kendi kimliğini kazanmasına neden oldu. Çünkü toplumsal cinsiyet doğrudan doğruya bir ideolojik amaç taşımayan nötr bir terimdir.