"Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi...
Bu yerlerde demir yolunun her iki yanından ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demir yoluna göre hesaplanırdı..."
Okurken sayfaların arasında kaybolduğum, Yedigey ve Abutalip çocuklarına masal anlatırken veya onlarla oyunlar oynarken yanlarındaymış gibi hissettiğim, Kazangap ile Yedigey'in dostluğuna imrendiğim, Sabitcan'a kızdığım, Nayma Ana efsanesinin anlatıldığı yerlerde üzüldüğüm ve daha birçok duygudan duyguya sürüklendiğim bir kitaptı.
İsmiyle bu kadar bütünleşmiş bir kitap olmasını ayrıca çok sevdim. Aslında gayet sade olan bu hikayenin; yazarın anlatımdaki, betimlemelerdeki gücü, kendisinin yaşadıklarını veya etrafında şahit olduğu yaşantıları çok iyi gözlemleyip aktarabilmesi sayesinde böyle güçlü bir esere dönüştüğünü düşünüyorum.
Sarı Özek'te trenlerin batıdan doğuya, doğudan batıya gidip gelmesi gibi hayatımız da. Biz, hayatımızdaki insanlar, zaman, mekanlar... Gider gelir, gider geliriz... Bazı istasyonlarda daha uzun kalarak, bazı istasyonlarda ise, Boranlı gibi, belki de hiç durmayarak hatta istasyonun varlığını dahi fark etmeden devam ederiz yolculuğumuza. Ancak her istasyonda duralım diyorum ben. İyisiyle kötüsüyle her istasyonda duralım, durup etrafımıza bakalım, düşünelim. Kimi istasyonlar yeşillik kimisi bozkır getirecek bize. Sadece bakmayıp görmeye de çalışan olursak, istasyon bize neyi getirirse getirsin fark etmeyecek. Heybemize katacağımız bir şey mutlaka olacak.