Uzun zaman öncesinde kalan bu çabalarında yoğun bir çaresizlik vardı, ama en büyük sanat özünde çaresizlik taşımaz mıydı? Sanat daima ölüme karşı bir meydan okuma değil miydi? Uçurumun dibindeken kafa tutan bir orta parmak değil miydi?
Dünya yüzünde hâlâ yürüyor ve nefes alıyor, yiyip içiyor ve sıçıyor olma ayrıcalığın asgari bedeli, devlete ödemek zorunda olduğum vergiler, diye düşündü kızgınlıkla...
Böyle bir acıyla nasıl başa çıkılır? Ufuk çizgisinde kaynayan muazzam bir kara bulut gibiydi bu istırap. Hayır, korkunç bir kar fırtınası gibiydi. Yok, kelimelerle anlatabileceği bir şey değildi. Yüzleşemiyordu acısıyla. Onu dönüştürmek zorundaydı veya en azından etrafını bir duvarla çevirip hapsetmeliydi...
Bir sığınak arıyordu, saklanacağı bir delik, kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu bilmediği bir yer. Kaçıp sağlığına yeniden kavuşabileceği güvenli bir köşe... Ne kadar derinden yaralanmış olduğunu yeni yeni kendine itiraf ediyordu.
...Sizin eğitiminiz onların umurunda değil, cahil kalmanızı istiyorlar. Yaratıcılığın gücünü anlamıyorlar, sanatın iyileştirici etkisine inanmıyorlar. En kötüsü, Shakespeare'in bir vakit kaybı olduğunu, bize öğretecek hiçbir şeyi olmadığını düşünüyorlar...