Agatha Christie külliyatında malikanelerde işlenen cinayetlerin ayrı bir yeri var. Ancak usta yazarın bu kitabı kimi sorunlatla dolu. En başta cinayete kurban giden kişiyi sevdirmeye uğraşırken aslında satır araları tipik bir egosantrik olduğunu düşündürüyor. Diğer taraftan yazar övmeyi sürdürüyor. Yan hikayedeki aşk üçgeni ise başı sonundan belli. Hele ki sonlara doğru aşırı ağdalı bir dille yazılı diyaloglar fazlaca sıkıyor. Bu hiç de Agatha Christie değil daha çok sanki Kerime Nadir romanı. Yazarın diğer eserlerine göre biraz kalınca. Buna sebep de yersiz uzayan bu kısımlar. Neyse ki Poirot var da eseri sürüklüyor. Finali de sarsmadı. Beklenen bir şeydi sanki. Çok çok daha iyi Christie romanları okudum.
“İnsanlara daima onları mutlu edecek şeyleri söylemeye çalışıyorsun.”
“Belki de böyle davranmak bana daha doğru geliyor?”
“Yani sence bu gerçeği söylemekten daha mı doğru?”
“Evet kesinlikle ondan çok daha iyi”
Ama ben… Ben yalnızca bir birey değilim, diye düşündü. Ben bana ait değilim, benim içimde benden öte bir şeyler var. Ben herkes gibi ölüm için yas tutamam.
Bilimsel bir zeka için gerçek her şeyin önünde gelir. Gerçek ne kadar acı olsa da kabul edilebilir ve yaşamın çarkları arasında öğütülebilir. Yaşam denilen tasarımda yerini bulur.
Onlar geleceğin neler getireceğinin bilinmediği zamanlardı. İnsanın her şeyin iyi gideceğine inandığı! Bazı insanlar akıllıdır, asla mutlu olmayı beklemezler. Bense bekledim
Ayrıca insanlar bir kez işleri sizin yerinize yapmaya alıştılar mı, sizden hiçbir şey beklememeye başlıyorlar, böylece elinizi sıcak sudan soğuk suya sokmadığınız gibi, bir şeyi kötü yaptığınızı keşfetme gibi bir olanakları da olmuyordu.