Özellikle CRISPR-Cas9 gen düzenleme tekniği sayesinde
bedenimizin genel özelliklerini kontrol edebilme
konusunda tarihi bir adım atıldı dersek yanlış olmaz.
Nitekim bu yöntemi bulan Emmanuelle Charpentier ve Jennifer
Doudna, insanlığa yaptıkları bu önemli katkıdan dolayı geçen
yıl Nobel Ödülü kazandılar. CRISPR-Cas9’u kısaca genom
(kalıtım materyalimizdeki genetik şifreler bütünü) içinden
belirlenen bölgeleri çıkarmaya yarayan hassas bir makas olarak
tanımlayabiliriz. Son 20 yılda insan genomu üzerinde çok
önemli çalışmalar yapıldı ve bunların sonucu olarak ciddi bir ilerleme kaydedildi. Sonuç
olarak elimizde bir makas var ve hatalı olduğunu belirlediğimiz yerleri kesip
çıkarabiliyoruz fakat konunun bu kadar basit olmadığını takdir edersiniz. İlgili noktalar
kesildikten sonra genom kendini tamir ediyor ama bu tamir süreciyle ilgili daha fazla
çalışma yapılması gerekiyor. En önemli problem ise, genomdaki bazı bölgeler tek bir
konuyla ilgili olmayabiliyor. Örneğin kanser gibi genetik bir hastalığı önlemek için
yapacağımız bir düzenleme işlemi, vücudun işleyişi için gerekli olan başka bir fonksiyona
da zarar verebiliyor. Bu konudaki çalışmalar ise maalesef çok hızlı ilerleyemiyor çünkü
genomdaki hangi bölümün sorunsuzca çıkarılabileceğini belirlemek, etik kurallar
çerçevesinde çalışıldığı için oldukça zaman alıyor. Her halükârda en azından teorik
olarak, CRISPR-Cas9 ve benzeri tekniklerle gelecekte kalıtsal hastalıkların tümünü
ortadan kaldırabiliriz. DNA gerçekten de inanılmaz bir materyal ve tıpkı beynimiz gibi,
biz üzerinde çalıştıkça bizi daha da çok etkiliyor.