Dört duvarların gördükleri bizim gördüklerimizin ve tahmin edebileceklerimizin çok üstündedir. Ha bir yıl, ha on yıl ya da müebbet... Farklı olan, rakamlardır. Kaybolan günlerin, haftaların, ayların ve yılların hesabını kim yapabilir?
İşgal kuvvetleri hapishanelerinde nice yurtseverlerin de geçmişten günümüze baktığını görürüz. Hücrelere atılmış, sürgünlere yollanmış ve işkencelerden geçirilmiş bu gecmiş zaman şövalyelerinin otuz üçlük bir tespihi çektikleri görülmemiştir. Çünkü bazılarının sadece tırnakları degil, parmakları da yoktu.
Teknoloji geliştikçe, el ve ayaklara vurulan zincirli öküz bağı yerini ellere önden veya arkadan vurulan modern kelepçelere bıraktı; ama kelepçe, insanlığa vurulmuş bir damga niteliğini daima taşıdı.
Okumak, hapishane hayatının bir parçasıydı, tıpkı çalıp söylemek, "ah çekip" derinlere dalıp gitmek gibi.
Kitap, özellikle siyasiler için ekmek kadar önemli bir ihtiyaçtı. Kitapları, kitapsızlar biraz da saygı ve istekle izlerdi.
Benim pencerelerim hep maviye ve yeşile açıktı; ne demir mazgalları vardı ne tel örgüleri. Kapılar sürgülü degildi. Kilit nedir, pranga nedir bilmezdim. Ve hiç kelepçe görmemiştim. Hiç silah patlamamıştı yanı başımda...
Tarih sayfalarını tarafsız tetkik ettiğimizde her geçen gün meselelere bir yenisinin eklendiğini görürüz. Zaman, karanlıkları aydınlatacak kadar kuvvetli; tarih, her an değişebilecek kadar engindir.
Halka açık idamları sabahın köründe çay ve börek eşliğinde seyredip, üstüne de sigara tüttüren bir tarafımız var..."İbret alsınlar" diye umuma açık alanda darağaçları kurmak ve mahkumu ipe çekmek vazgeçilmez bir "ıslah" anlayışımız.
Yarın, dünü gömerek üstünü toprakla örtebilecek kadar bir defin ustasıdır.
Tarih için açılmayacak kilit, yıkılmayacak duvar yoktur. Yeter ki bir kaynak, bir mecra bulsun.