Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın hiç şimdiye kadar görülenlerini andırmayan yeni dilenci susmaz:
“Gülün, gülün... Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran... Yazın sonu hazân…. İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm!.. Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız…
"...Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm... Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak, demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır... Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?"
mezar taşları sanki fikren meşgulmüş gibi vehmi bir hayatla sakin ve muzlim duruyorlardı. Yavaş yavaş yürüyordum. Aşağıdan Tarihi Mukaddes'in icad ve izhal edemediği, meçhul asırların bilinmez bir gününden beri akan Vardar, değirmen setlerine çarparak çağlıyor ve şarpıntısı bu matemi geceyi görünmez ürpermelerle titretiyordu. Artık kışlaya yaklaşmıştım. Çingenelerin boş demirci dükkânları tuhaf bir hayat arz ediyordu.
Ben belki onuncu defa ona emellerimi anlattım. On iki sene askerlik ettikten sonra istifa edecek ve hoca olacaktım. Gençliğimi orduda geçirdikten sonra ihtiyarlığımı mektepte, dershanelerde geçirmek istiyordum
“… birbirinden tarihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları ve mefkurûreleri ayrı milletleri cemedip hepsinden bir millet yapmak da o kadar imkansızdır. Bu milletleri cemedip “Osmanlı” derseniz, yanılmış olursunuz.”