Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak geçmiş zamanı silebiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu.
Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herşeyi çürütüyor ve -dün, bugün, yarın zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu.
Mescide ilk giren kişi, belli bir süredir Mekke’de bulunmayan ve henüz dönen Muhammed(sav) idi. Onun kapıdan görünmesiyle insanların yüzünde, mutluluk ve sevinç ifadeleri belirdi. Daha da yaklaştığında memnuniyetle dolu selamlamalar ve mırıldanmalar topluluğu sardı. Bazıları: “ O, el-Emin’dir” dediler. Bazıları: “Muhammed(sav) geldi, onun kararına uyarız” dediler. Meseleyi ona anlattıklarında o, “Bana bir parça kumaş getirin” dedi. Getirdiklerinde bezi yere yaydı. Hacerü’l-Esved’i ortasına koydu. “Her kabile bezin bir ucundan tutsun” dedi. “Sonra hep birlikte onu kaldırın”. Taşı yeteri kadar yerden yükselttiklerinde, onu aldı ve Kabe’nin köşesine kendi elleriyle yerleştirdi böylece inşaat devam etti.
" Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve ( eğlence türünden) ' tutkulu bir oyalanmadır.' Gerçekte âhiret yurdu ise , asıl hayat o 'dur. Bir bilselerdi. " ( Ankebût: 64)