"Eğer padişah sen isen düşman topraklarını çiğner, gel ordularının başına geç; yok padişah ben isem padişah olarak emrediyorum, gel, ordularımın başına geç"
Eğitim öğretim mevzuunda Osmanlıların Avrupa karşısında bulundukları yer, gerçekten övülmeye değer bir yerdi. Evliya Çelebi, 17. Asırda sadece İstanbul'da 1993 tane sıbyan mektebi bulunduğunu kaydeder. 16. Asırda Osmanlı ülkesini gezmiş olan bir Fransız seyyahı hemen hemen her köyde bir mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp memleketleriyle mukayese edilmeyecek kadar kesif olduğunu hayretle görmüştü. Eğitim-Öğretimi yaygınlaştırmanın kaynağı ise hiç şüphesiz, ilim öğrenmeyi kadın ve erkek her müslümana farz kılan dinin hükmüydü.
Sultan ||.Murad mısır'dan gelen meşhur âlim Molla Gürani'yi pek sevmiş, pek beğenmiş ve Manisa valiliğine gönderdiği oğlu şehzade Mehmed'in -gelecegin Fatih'i -hocalığına tahin etmişti. Ancak eline de bir kızılcık sopası tutuşturup "Efendi hazretleri, şehzade henüz çocuktur, olmaya ki derslerinde tembellik eder; böyle bir hal gördüğünüzde bu sopayla dövmeye çekinmeyesiz" diye tembihlemişti.
Manisa'ya giden Güranî, ilk dersine elinde kızılcık sopasıyla girdi. Şehzade bunu görünce hayretler içinde sordu:
"Efendi hazretleri, bir elinizde kitap, bir elinizde sopa var. Kitabı anladık, ilim öğrenmeye yarar; ille velakin sopaya anlamazız, derste sopa ne işe yarar?"
Molla Güranî sert sert şehzadeye baktı.
"Bu sopa padişah armağanıdır Şehzadem," dedi. "Şayet derslerinize çalışmakta tembellik ederseniz üzerinize sinen tembellik tozlarını bu sopayla döveceğim."
Daha beter hayrete düşen şehzade,
"Ama biz Şehzadeyiz," diye âdeta inledi. "Şehzadeler dövülmez."
"Siz talebemsiniz," diye gürledi Molla Güranî. "Çalışmayan talabeyi darb etme (dövme) hakkına sahibim. Hele Şehzadeler herkesden çok çalışmalı. Zira kim, bu günün şehzadesi yarının padişahıdır; milletin kaderini bir cahile emanet edersem beni kıyamete kadar lanetle anarlar."
Öyle bir babadan, öyle bir hocadan, öyle bir çevreden elbette böyle bir Fatih yetişecekti.