Suri ve Hakiki İman

İmam-ı Rabbani’de İman Kavramı

Mustafa Özgen

İmam-ı Rabbani’de İman Kavramı Quotes

You can find İmam-ı Rabbani’de İman Kavramı quotes, İmam-ı Rabbani’de İman Kavramı book quotes, the most impressive sentences and paragraphs on 1000Kitap.
İmâm-ı Rabbâni şu neticeye gelir: Salikin beşeri sıfatlardan tamamen sıyrılarak fani olması mümkün olmadığına, fani olmadan matlüba ittisal ve ona vasıl olmak mümkün olmadığına, vasıl olmadan da marifet gerçekleşmediğine göre marifeti elde etmekten aciz kalınır ve marifet hususundaki acizlik bizzat marifet olur.!* İmâm-ı Rabbâni Allah'ı tanıma (marifet) hususunda acizliği reddedip O'nu bildiğini iddia etmeyi, katmerli cahillik (cehli mürekkep) olarak görür. Ona göre bunu iddia eden kişi cahil olduğunu bilmediği gibi, bilgisizliğini bir ilim kabul etmektedir.
İmâm-ı Rabbâni'ye göre akıl, doğru yolu bulmaya yarayan değerli bir nimet ve vazgeçilmez bir delildir.217 Ama ne var ki o, sadece beş duyudan gelen bilgileri sadece bir üst merhalede değerlendirebildiği halde insanı mükellef tutmaya yetecek derecede güçlü değildir.28 Allah'ın varlığı beş duyu ile tecrübe edilmediği için akıl, o hususta bilgi üretemez. O bilgi için peygamberin desteğine muhtaçtır.”219 Kısacası hidâyeti bulmak akılla mümkün olmaz ama akılsız hiç olmaz. Akıl ön şarttır ama nebilerin tebliğleri ona yol göstermezse netice alamaz.220
Reklam
İmâm-ı Rabbâni'ye göre marifeti elde etmenin yegâne yolu, bilinecek şeye ulaşmaktır (vuslat). Tabii ki iman meselesinde tanınacak varlık Allah olunca O'na ulaşmanın mümkün olup olmadığının ayrıca ele alınması icap eder. Ona göre Allah'la O'nu tanıyacak insan arasındaki mahiyet farklılığı iki varlığın birbirine vuslata manidir. Tanıyacak olan insan yoklukla bağlantılı iken tanınacak olan Allah'ta varlık (vücud) asıldır. İnsanın aslındaki yoklukla bağlantısı ve ondan kaynaklanan zayıflıkları bazen azalsa bile asla kaybolmaz. Hâlbuki yokluk kavramı hakiki ve kadim varlık olan Allah hakkında imkânsızdır. Bu bakımdan insanın Allah'a ulaşması, iki zıttın bir anda aynı yerde bulunması kadar imkânsızdır.“ -
Abdülgani Nablüsi'nin (v. 1143/1731) “el-Fethu'r-Rabbâni” isimli kitabındaki şu iki paragraf, Ehl-i sünnetin iman-amel ilişkisine dair görüşünü özetler mâhiyettedir: “Günah ve ma'sıyetlerden kaçınmak hakiki kâmil imanın şartı değildir; yoksa insanın ismet sıfatına sahip olması şart olurdu. Hâlbuki ismet sadece nebi ve meleklere aittir. Kâmil iman sâhipleri ma'süm değil, mahfüzdurlar. Mahfuz olmak, günahın işlenmemesi değil, sahibine zarar vermemesidir. Günah işlememek ise hıfz (mahfüzluk) değil, ismettir. Baksanıza âyet-i kerimeye: “Allah tevvâb olanları sever...” 583buyurulmaktadır. "Tevvâb”, çok tevbe eden de.mektir. Çok tevbe edenin günahı da çoktur. Dolayısıyla buradan müşâhede sahiplerinin günahlarının çokluğunun Allah'ın sevgisine vesile olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, gaflet ve ma'siyetlerdeki perdelerden şühüd hâllerine tekrar döndüklerinde pişmanlık duyup istiğfâr ederler ve Allah da onları bu vesileyle ma'siyetin uğursuzluğundan muhâfaza buyurur. Onlar ma'sum değil, mahfüzdurlar. Lakin fikir ulemâsı veya onlara benzeyen avâmdan olan gaflet ehli, öyle değildir. Ma'siyetin içine düşünce onların perdeleri artar ve gafletleri çoğalır. Dönüp baktıkları zaman kendisinde günahın çirkinliğini görebilecekleri şühüd hâlleri yoktur. Hattâ onlar çok kere tövbe bile edemedikleri için günahları ile muâhaze edilirler. “En hayırlınız tekrâr tekrâr günah işlediği halde tevbe edeninizdir.”584 hadis-i şerifi anlattıklarımızı doğrulamaktadır.”585
Peygamberlerin (as) getirdiği bilgilerin Allah'ın varlık ve birliğine imanı emrettiğinde şüphe yoktur. Dolayısıyla, Allah'ı bilmenin ve O'na iman etmenin zaruri olduğu hususunda kelamcılar arasında ilıtilaf yoktur. Ancak onlar, bazı insanların içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla vahiyden büsbütün habersiz kalabildiğini de göz önünde
İnsan kendiyle Mevlası olan Allah Teâlâ arasında kendinin tamamen muhtaç ve Allah Teâlâ'nın ne zatında ne de sıfatlarında hiçbir şeye muhtaç olmayışından (istiğna) başka bir nisbet bulamaz. İnsan, kendi zatıyla Allah Teâlâ'nın zatı, sıfatlarıyla sıfatları ve fiileriyle fiilleri arasında hiçbir münasebet bulamaz. Hatta gölge kelimesi bile bir münasebet ifade ettiği için onu da kullanamaz. İnsan sadece Allah'ın yaratıcı, kendinin de O'nun yarattığı bir varlık olduğuna inanmaktan başka bir şeye cüret edemez.'“ Aslında İmâm-ı Rabbâni'nin bu ifadeleri, Abdullah elEnsâri'nin (v. 481/1088) tarifiyle de benzerlik arz etmektedir. O da marifeti bir şeyi olduğu şekilde ihata edip kavramak olduğunu söylemişti. Ona göre de Allah'ı olduğu gibi ihata etmek, imkânsızdır. İnsanın fehim ve idraki O'nu kuşatıp ihata edemez. O zaman, imânın tarifinde bulunması gereken zorunlu marifet, Allah'ı ihata etmek manasındaki marifete sahip olmaktan aciz olduğumuzu anlamaktır. Ve bu anlayış da bir bilgi (marifet) olmaktadır.'6?
Reklam
İmâm-ı Rabbâni de günah işleyenler hakkında Ehl-i sünnet kelâm âlimleri gibi düşünür. Ona göre günahkâr kişi, tövbe edebilirse Allah'ın tevvâb isminin tecellisi olarak affedilebilir. Hatta tövbe edemeyenin bile ilahi lütuf olarak affedilmesi mümkündür. Burada günahkârın affa nâil olarak doğrudan cennete gireceği hususundaki hüküm, mürcii görüşe benzemektedir. Ancak tövbe edemeyenin durumu hakkındaki görüş farklıdır. İmâm-ı Rabbâni'ye göre tövbe edemeyen herkes, doğrudan cennete girmeyecektir. Öyle bir mümini ya Allah herhangi bir sebebe bağlı olarak veya doğrudan affedecek, ya da günahları nisbetinde cehennemde cezalandıracaktır.3 Günahkâr bile olsa, müminlerin cennette buluşacağı hususunda net bir Ehl-i sünnet görüşü ortaya koyan İmâm-ı Rabbâni, bir noktada Mürcie ile de birleşmektedir. Ancak günahların neticesi hususunda diğer Ehi-i sünnet âlimleri gibi o da Mürcie'den ayrılmıştır. Ehl-i sünnet imanın karşılığının ebedi cennet, küfrün karşılığının ebedi cehennem olduğunda ittifak içindedir. Zira onlara göre mümin, ebedi olarak iman ettiğine inanmakta, kâfir ise küfrüne ebedi olarak sahip çıkmaya niyetlidir.
Ehl-i sünnet âlimleri, akıllarıyla kavrasın veya kavramasınlar, şeri hükümlerin hepsini kabul ederler. Kabir azabı, Münker ve Nekir'in suali, Sırât, Mizan gibi aklın idrak edemediği şeylerin nasıl olduklarını kavrayamadıkları gerekçesiyle reddedip inkâra kalkışmazlar. O büyük zatlar, Kitap ve sünneti rehber kabul edip aklı onlara tabi kılarlar. (Dini emirleri) anlayabilirlerse ne güzel. Anlayamazlarsa yine kabul eder, anlayamadıklarını kendi anlayış noksanlığına bağlarlar. Onlar, diğer insanlar gibi akıllarıyla anlayabildiklerini kabul edip, anlayamadıklarını reddetmek gibi bir tavır sergilemezler. Aklın Allah Teâlâ'nın razı olup olmadığı şeyleri kavrayamadığı için peygamberlerin (as) gönderildiği bilinmiyor mu? Akıl bir dereceye kadar huccettir (delil) ama sağlam değildir. Sağlam delil (huccet-i baliğa) ancak peygamberlerin gönderilmesi (biset) ile tamam olur. Allah Teâlâ, “...Biz bir rasül göndermedikçe azap da etmeyiz”buyurmaktadır 1088 Hakikaten insanın kabir alemini ve oradaki soru, nimet veya azap gibi şeyleri hissedememesi onu inkâr etmesini icap etmez. Nitekim Hz. Peygamber'e (sav) meleğin geldiğini görmedikleri halde ashaptan her biri meleğin varlığına iman etmişlerdi.'*99 Aslında duyularla algılanamayan şeyleri inkâr etmek Allah'ın her şeye gücünün yeteceğini kabul edememekten kaynaklanan bir hatadır. Allah'ın gücünün yetmeyeceği bir şeyin olmayacağına inanan mümin, duyularıyla hissetmese ve mahiyetini kavramasa bile, Hz. Peygamber'in (sav) varlığından bahsettiği hiçbir şeyi inkâr etmesi mümkün değildir.
Sünni kelamcıların ekseriyetini oluşturan Mâtüridi ve Eşa'riler'e göre imanla amel farklı şeyler olduğu için “fasık” ismini alan günahkâr Müslüman da mümindir.”571Aslında onlar, Mürciiler'den farklı olarak, imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin olduğuna inandıkları halde ilgili naslara bakarak amel olmasa da imanın olabileceğini kabul etmiş ve iman-küfür sınırını buna göre belirlemişlerdir. Ancak bu iddiaya bakarak Sünni kelamcıların imanı sadece tasdikten ibaret sayıp ameli lüzumsuz buldukları söylenemez. Onlar Hârici ve Mu'tezililerin ameldeki noksanlıktan dolayı imanın kaybolacağı şeklindeki görüşüne karşı bu görüşü ortaya atmışlardır. İnsanın imana girdiği kapıdan çıkacağını söyleyerek572 ibadetin rükün kabul edilmediği için kalbiyle inanmadığı halde sadece ibadet yapanların mümin olamayacağına inandıklarını gibi ibadetleri terk edenin de dinden çıkmayacağını ifade etmişlerdir. Kalbteki tasdikin devam ettiği sürece insanı küfre itmeyen kucaklayıcı bir yaklaşım geliştirmişlerdir.573
İmâm-ı Rabbâni, asi ve şerli insanlara Allah'ın izniyle bazı salih ve hayırlı kişilerin şefaat edebileceğine inanır.Ancak bu izin hususundaki hassasiyetini ortaya koyması bakımından onun şefaat edecek zatlar hakkında ortaya koyduğu şu ölçüyü de aktarmak istiyoruz: Kurtuluş yolu, itikat ve amelde Şeriat Sahibi'ne (sav) tabi olmaktır. Üstaz ve şeyh, şeriata giden yolu göstermek ve bereketleriyle itikadi ve ameli mevzularda kolaylık ve rahatlığa vesile olmak için gereklidirler. Yoksa müritler istediklerini yapsınlar, dilediklerini yesinler sonra da şeyhleri onları cehennemden kurtaran perde olsun ve kendilerinden azabı kaldırsın diye araya girmezler. Bu düşünce kuru bir temenniden ibarettir. Orada Allah Teâlâ'nın izni olmadan kimse şefâat edemez. Rab'bin razı olduğu insanlar zümresinden olmayanlara da şefâat edilmez. Allah'ın rızasına ancak şeriatın gerekleri ile amel etmekle erilir. Bu durumda insan olmanın bir neticesi olarak insandan bir zelle sâdır olursa, şefaatle telâfi edilmesi mümkün olur.1992
19 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.