Kapitalizm, parayı en yüce değer saydı ancak para, insanın mutlu olmasına yetmedi. Hayatın tesadüfi olduğu ve insanların da tesadüfi kavgalarla ayakta kaldığı düşünüldü. Böyle olunca da insan, yok olmamak için diğerlerini yok etmeye çalıştı. Kapitalist dogma, evreni bu şekilde algıladı. Halbuki semavi bakış, evreni amacı ve anlamı olan bir sistem şeklinde tasavvur edip, insana Yaratıcı'ya yaklaşma amacıyla hayatını şekillendirmesi gerektiğini telkin etti. Ancak kapitalizmin hakimiyetiyle bu değerlerin yerini maddecilik ve bencillik aldı ; neticede kavga, şiddet ve mutsuzluk arttı.
Evrenin varoluşunun farkında olmak düşünmeyi gerektireceğinden ve bu da kişide olduğundan insan, kendi gücünün sınırlı ve yetersiz olduğunu fark ettiğinde kontrolünü kaybetme hissi yaşar. Bu endişe sırasında insanın doğaüstü bir güce inanıp, teslim olması ise yükünü hafifletir.
İnsan belirsizlik karşısında hissettiği tehlike duygusuyla baş etmek için anlam arayışına girer ; kutsal ve her şeye kadir olan bir güce inanma isteğiyle bilinçsizliğe karşı bir savaş verir. İnsan, bu inanma arzusuyla, ağaç ve inekten güneşe kadar kendisine faydalı olduğuna inandığı her şeyi kutsallaştırmaya başlamıştır. Bütün bunlar ondaki bilincin varlığı ile beraber, somut düşünce eğiliminden de kaynaklanmaktadır.
Doğal seleksiyonda türler arası geçiş yapan bir ayıklanma kanıtlanamamıştır. En iyinin ve en güçlünün avantajlı olması tartışmasını yapmadan doğal ayıklanmayı anlayamayız. Bu noktada evrimcilere şu soruyu sormak gerekir : Şayet söylendiği gibi güçlü olan en iyi olarak değerlendirilecekse, niçin aslan ormanın en yaygın hayvan türü değildir ?
Collin'in Nisan 2008'de o sırada piyasaya çıkacak olan "Tanrı'nın Dili " kitabıyla ilgili ingiliz The Times Gazetesi 'ne yaptığı konuşma şöyleydi : "Artık mucizelere ve meleklere inanıyorum ; laboratuvarda çalışırken Tanrı'yı hissettim. Kesinlikle bizden daha bir büyük güç var ve ben ona inanıyorum. DNA'nın şifresini çözmek, beni Tanrı'ya yaklaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti ama mucizevi olarak hayata dönüyorlardı. Bu da Tanrı'nın işidir. "
Anlamsızlık hastalığının sonucunda insan, kendi varoluşunun tesadüfi ve manasız olduğunu düşünmeye başladı. Varlığının sebebinin "kendi" olduğunu düşünen insan
ise, zamanla kendini yüceltmeye başladı. Zira insan, herhangi bir şeyi kutsallaştırma eğilimindedir. Maddiyatın mutluluk için yeterli olmadığını gören insan, kendisine odaklandığı için, bencilleşmeye ve kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladı; her şeye farklı anlamlar katmaya çalıştı,
doğru manayı bulamayınca da kendince yeni/yanlış anlarrılar türetti. İsteklerini yerine getirmeyi her şeyin önünde tutmaya başladı. Anlamsızlığın ortaya çıktığı toplumlar, kaosa
sürüklenerek ortak değerler yok olmaya başladı; bu ise anlamsızlığa sebep oldu. Anlamsızlık hastalığı insanı amaçsızlığa, bu da kişiyi mutsuzluğa sürükledi.
Kişinin unuttuğu, düşmanlık hissetmese de geçmişte o kişiye karşı yaşadığı bastırılmış ve bilinç alanından uzaklaştırılmış bir öfke, dil sürçmesi şeklinde kendini ifade edebilir.
tanrı kavramının beyinde şekillendiği doğru olabilir. ama neden bu kavram oluşmaktadır ve inanma isteği doğduğunda beyinde aktif hale geçen kimyasalları açıklamak ne ile mümkün olabilir?
Fizikçilerin Big Bang dedikleri büyük patlamaya neyin sebep olduğu hala bilinmiyor. Mantıken bakıldığında, bu patlamayı oluşturan gücün zamandan ve mekandan münezzeh olması gerekir. İslam dininin "Ol" emri şeklinde açıkladığı, Yaratıcı'nın arzusuyla vücut bulan her şeyin evrenin oluşumundaki büyük patlamaya da enerjiyi veren güç olduğu ve zamanın da böylece vücut bulmuş olması, akla en yakın açıklamadır.
Akıl ve bilim devrini yaşayan yeniçağ insanı, inandığı şeylerin gerçek olmadığını düşündüğünde, hareketlerinde dinden kaynaklanan sorumluluk duygusu yok olur.
Kendini yoktan var eden, her şeyi bilen ve kontrol eden bir güce, aşkın bir gerçeğe inanan insanda iç sorumluluk gelişir.