Yusuf Ziya Ortaç’ın en etkili görünen ama içi boş diyebileceğim bir kitabını okudum. Ben İsmet İnönü için olumsuz düşünen ama asla saygısını bozmayanlardanım. İsmet İnönü’nün kıymetini bilmeyeceğimiz düşünülmesin. Kitap bir övgü kitabı şeklinde -ısmarlama diyenler de olabilir- ilerliyor ancak şu bir gerçek ki İnönü Meydan Muharebesi, Lozan
Kahramanlarımız dilsizdir. Bu güne kadar, hiçbir kalem, hiçbir Türk kahramanının anıtını yapmadı. Türk vatanına yeni vatanlar ekleyenlerin adını, ancak birkaç halk destanında anıyoruz. Milli edebiyatımızın bu tutukluğu karşısında, tercüme edebiyatımız, yarınların hafızasına yabancı milletlerin bayrak adamlarını dikmekte cömerttir. Övünmezlik, ne
Henüz İzmir'e yerleşeli bir yıl olmadan Reşit Beyi Sivas'a tayin etmiştiler. Anne ile babanın bu ikiz hüznüne ansızın bir hıçkırık karıştı: Küçük oğulları, gözyaşlarının ıslattığı kesik seslerle ağlıyordu:
- Ben... Ben İzmir'den ayrılmam!
Yoksa o çocuk ruh, otuz yıl sonra uğrayacağı müthiş ayrılığı şuuraltı dünyasının gizli antenleri ile o günden mi sezmişti?
Zorlukları yenmekten zevk alan karakteri, yalnız bir şeyden zevk almıyor: Gösterişten! Masasının üstünde, en yeni askerlik eserlerinin yanında Emile Zola'nın «Rougon -Macquart»larını ancak odasına giren yakın dostları görüyorlardı..
Ağızlarda, kitapların tanımadığı muamma kelimeler var: Hüriyet, Adalet, Musavat, Uhuvvet! Ve milli sevincin tek sesi, davul zurna, şehrin sokaklarında dolaşıyor...