“Sence… sence… insanları engelleyen şey, her zaman korku mudur?
Acaba… acaba… utanç olamaz mı… herkesin önünde kendini ortaya
koymanın… örtüsüz kalmanın utancı… olamaz mı?”
Ne anlamı vardı onları şimdi görmenin? Çoşkulu öpücüklerle saf mutluluğu, güleç yüzlerinde sevgiyi hissetmek için mi? Ne anlamı vardı zaten kaybedilmiş bir hazla kendine eziyet etmenin?
Kendini her
şeyde hissedebiliyordu, onun için eskiden cam gibi saydam olan dünya şimdi
aniden kendi gölgesiyle karararak bir aynaya dönüşmüştü. Baktığı, izlediği her
şey bir gerçeklik kazanmıştı birdenbire.
İçinde hâlâ bir şey acıyordu fakat bu bir şeyler vaat eden bir acıydı, yakıcı ama yine de yumuşak, tıpkı sonunda kabuk bağlayan yaraların yandığı gibi.
İçinde hâlâ acıyan bir yer vardı, ama
iyi şeyler vaat eden bir acıydı bu, tamamen kapanmadan önce kabuk tutarken
yanan yaralar gibi sıcak, ama yumuşak bir acı.
İnsanların yüzlerine baktı, hepsi yabancı geliyordu, her şey ölü, bir
şekilde canlılığını yitirmiş görünüyordu. Hepsi bir bakıma çoktan uzaklaşmış,
yitmişti, artık ona ait değildi.