İşte benim üç buçuk senelik sürgün hikâyem. Okuyanlar bu hikâyeyi çok basit bir tarzda, hatta edebi olarak neredeyse işlenmemiş bir üslupla yazdığımı tabii ki fark etmişlerdir. Her şeyden önce gerçeği hikâye etmeyi, hiçbir doğruyu saptırmamayı ve hiçbir olayı abartmamayı istedim.
Ancak gerçek o kadar korkunçtu ki bazıları yazdıklarımda abartılar olduğunu sandı. Sürgünün eziyetini çekip sağ kalabilenlerse gerçeği asla abartmadığımı bilirler.
Şunu da söylemeliyim ki, başımdan geçen türlü belaya rağmen en şanslı sürgünlerden biri oldum. Diğerleri, kadınıyla erkeğiyle, benden çok ama çok daha fazla eziyet ve ıstırap çektiler.
Acının ve sefaletin en uç noktasını görenler kalabalık ailelerdi. Çocuklarının veya anne babalarının ölümünü, ıssız yollarda kızlarının kaçırıldığını veya gözlerinin önünde, çadırlar altında tecavüze uğradığını, haydutların talanını, polislerin soygununu, hastalığı, açlığı, susuzluğu, eziyetin bütün şekillerini gördüler.
Ben tek başımaydım, düşünmem gereken sadece kendimdim. Yanımda soygundan korkmama sebep olacak veya polislerin iştahını kabartacak ne eşyam ne de param vardı. Aksine, her zaman her yerde tanıdık tanımadık birileri adımı duyunca beni buyur etmeye koşuyor ve elinden gelen yardımı esirgemiyordu.
Üç senelik sürgünüm, otuz senelik edebi faaliyetimin karşılığıydı.