Babam kuşkusuz içimden geçenleri bilemezdi. Biriktirdiği üç beş kuruşla kitap almanın mutluluğu nedir, bunu anlayamazdı. Şeker almamış, tatlı yememiş, bisiklete binmemiş, Diyarbakır'ın cami damlarının kurşunlarını hamura çeviren sıcağında havuza gitmemiş... kitap almıştım. Babam ise avlunun ortasında kitaplarımı ateşe veriyordu! Gücünü güçsüzlüğünden alan Don Quijote gibi en büyük gücüm olan sessizliğe sığınmıştım. Kurumuş ırmakların yatağına dönmüştü gözlerim. Babam dayak atmaktan, ben dayak yemekten yorgun düşmüştük. Avlu günlük yaşamını genelevden gelen şarkılara, küfürlere bırakırken, nemli odanın cehennem sıcaklığı dövenle dövüleni koynuna almıştı.
Benim için evler birer tiyatro sahnesidir; anneler, babalar, büyükanne ya da büyük babalar, çocuklar, akrabalar bu sahnede, doğanın sınır koyduğu bir "zaman" içinde, sürekli gösteri yapıp oyuncaklar gibi devinir dururlar. Çoğu insan, yeryüzünün herhangi bir noktasında, yerine göre oyuncu, yerine göre seyirci olarak, "insanlık komedyası" denen bu karmaşadan kurtulmaya çalışırken daha da batar. Ölüm döşeğindeki Beethoven'ın, verdiği her varlığı, her yeteneği insanın burnundan getirircesine geri alan "doğa" karşısında, "Elveda dostlarım, komedya sona erdi..." dediği söylenir.