Onların arasında, bir de eski Türk muhibbi (!) Sinoplu Eczacı Petro Efendi vardı. Vatanın o zaman, günden güne kararan mukadderâtı karşısında kan ağlayan Türk kalplerinin dertleştiği, her meclise sokulmaya uğraşan bu nankör adama bir gün belki de gayzımı belli ede ede sormuştum:
Petro, demiştim, artık İstanbul'a gitmezsin tabi, muzaffer (!) Yunan ırkı artık Türk topraklarında yaşamaz.
O da sormuştu:
-Siz de gitmeyeceksiniz tabi...
-Niçin?
-Çünkü Türklerde Türk toprağında yaşayacak ve İstanbul sizin değil, bizim olacak.
O zaman, o kursağında hâlâ Türk ekmeği duran o nankör Rumun sözleri yüreğime zehirli bir hançer gibi saplanmıştı. Bu sözüne cevap vermemiş, bir daha yüzüne bakmamıştım. Bütün o ekalliyete mensûb esirler, birer sûretle kurtulup serbest hayata çıkmışlardı. İstanbul'a döndükten sonra Petro'yu başında büyük bir şapka, gözlerinde mağrur ve şımarık bir tebessümle birkaç defa görmüştüm. Yüzüme "nasıl ?” der gibi bakardı. Şimdi Yunanistan'da olduğunu söylüyorlar. Nasıl Petro Efendi, İstanbul benim değil miymiş? Ve sen burada oturabilecek mi imişsin?
Karşımızdaki zavallı neferler, sefâlet-i fizyolojiden ve hastalıktan kırılıyorlardı. Biz oradayken İngiliz neferleri siper tarzında uzun çukurlar kazarlar, her gün beş on Türk askerinin ölüsünü oraya gömerlerdi.
Trahoma hastalığı koğuşunu tedavi eden Ermeni doktorları hakkında hastahânede pek fenâ şâyi'alar deverân ederdi. Bu şâyi'aların hakîkat olduğu hakkında hiçbir esir şüphe etmemiştir. Bütün beşeriyetin refâh ve sıhhati için uğraşması lâzım gelen ve beynelmilel bir meslek olan tabâbete şahsî kin ve ihtirâsların karıştırılması ne sorunluydu.
Nihâyet Kuneytire kasabasından da geçmiştik. Burası bir Çerkes köyüydü ve bize taraftar olan ahâlisi Arapların katliâmına, İngilizlerin hücûmuna uğramaktan kurtulamamışlardı.
Hele bir defa büsbütün feci' bir hâl aldı. Bayram namazı kılınacaktı. Mektebin bir tek camii vardı. Burayı Araplar daha evvel davranırlarsa Kral Hüseyin nâmına, biz ele geçirirsek halife nâmına hutbe okutacaktık. Bayram günü maalesef hücûm eder gibi camii zaptettik ve hutbe okuttuk. Bu çirkin hareketten kamp kıdemli zâbiti Beyrutlu Binbaşı Ahmet Bey'e teessüfle sitem ettiğim zaman o da kendi ırkdaşlarına tarafgîr göründü ve beni tahtıe etti:
-Sizin gibi gençler bu memleketin başına çok belâlar getirir, dedi.
-Hayır, dedim. Bu memlekete sizden kurtulduktan sonra dinlenmek nasib olacaktır.
(Cemal Paşa) IV. Ordu Komutanı olarak Şam'da bulunduğu zaman yapmış olduğu uygulamalarla bir yandan bölge halkının desteğini sağlamaya çalışırken diğer yandan da ayrılıkçı Arap liderleriyle mücadele etti. Bu mücadele sonucu 21 Ağustos 1915'te Şam'da on bir, 6 Mayıs 1916'da Beyrut'ta yirmi bir ayrılıkçı Arap lideri askeri mahkeme kararıyla idam edildi. İdamlarda sorumluluğu olduğu gerekçesiyle bölge halkı Cemal Paşa'ya kasap lakabı takmıştır. 6 Mayıs günü ise Suriye ve Lübnan'da resmi tatil olup Şehitler Günü olarak anılmaktadır.
... bütün doktorlar İngiliz değildi. İçlerinde yerliler, Rumlar ve Ermeniler de vardı.
Trahoma koğuşunu tedavi eden Ermeni doktorları hakkında hastahanede pek fena şayi'alar deveran ederdi. Bu şayi'aların hakikat olduğu hakkında hiçbir esir terddüt etmemiştir. Bütün beşeriyetin sıhhat ve refahı için uğraşması lazım gelen ve beynelmilel