Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

National Geographic Traveler - Sonbahar 2019

National Geographic Traveler

National Geographic Traveler - Sonbahar 2019 Gönderileri

National Geographic Traveler - Sonbahar 2019 kitaplarını, National Geographic Traveler - Sonbahar 2019 sözleri ve alıntılarını, National Geographic Traveler - Sonbahar 2019 yazarlarını, National Geographic Traveler - Sonbahar 2019 yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Romanya'nın bir köşesinde, rengârenk mezar taşlarındaki hoyrat ve komik dizelerde, yaşamın ve ölümün izinde... Kendine yakıştırılan ismiyle Neşeli Mezarlık’ın kapısından içeri girer girmez, daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen bir yere geldiğimi anlıyorum. Çatısı rengârenk bir kilisenin çevresini kaplayan parlak mavi mezar taşları cıvıl cıvıl bir hava yaratıyor. Mezar taşı dediğime bakmayın, hepsi ahşaptan yontulmuş, renkli boyalarla ve kabartmalarla süslenmiş. Üstelik her birine tek tek birer resim çizilmiş, bir de şiir kazınmış. Mevtanın ardından bir resim yapıp üç–beş kelam etmek adetten, belli. Ama kara mizahla. Buranın adı boşuna Neşeli Mezarlık değil. Burada ölümü hafife almakta, rahmetliyle dalga geçmekte, onunla birlikte gülmekte, hatta ona laf çakmakta bir beis yok. Haçların üzerine kazınan Rumence mâniler bana başta pek bir şey ifade etmiyor, ama mezarlığı dolaşan Rumenlerin kikir kikir kikirdediğini görünce merakım iyice artıyor. Telefonuma sarılıp internette en ünlü mezar taşlarının çevirilerini bulunca mezarlığın üzerindeki ölü toprağı iyice yok oluyor. Üzerinde işaret olan ünlü bir mezarın başına gelip şiiri okuyorum: “Bu hacın altında zavallı kaynanam yatıyor Üç gün daha yaşasaydı eğer ben ölecektim Ey gelip geçenler, uyandırmayın onu sakın Aman geri gelmesin, eğer eve dönerse kafamı koparır Yatıver sen öyle burada, benim sevgili kaynanam.”
Sayfa 107Kitabı okudu
Cafe İnsanları Parisliler dolanmayı, aylaklık etmeyi ve gelip geçeni izlemeyi sanat mertebesinde tutuyor. Bu sanata verdikleri bir de isim var: flânerie. Paris’te bir kafede gerçekleşen dikizcilik ve hâl–tavır etkileşiminden daha Fransız pek fazla şey yoktur. Sanayileşmenin Paris’i dünyanın en büyük metropollerinden biri hâline getirdiği 1800’lerde flânerie (geçip giden insanları süzerek aylaklık etmek) sanat mertebesine yükseldi. Roman yazarı Honoré de Balzac ve şair Charles Baudelaire gibi flâneurler, geniş kaldırımların ve çoğalan kafelerin, gelen geçen hatırlanmaya değer insanları izlemek için iyi gözlem noktalarına sahip, Paris’in Sağ Yakası’nın yeni inşa edilmiş grand boulevardlarında gezinirdi. Söylentilere göre bazı flâneurler yavaş hareket etmek için evcil kaplumbağalarıyla gezermiş. O zamanlar “La ville spectacle” (gösteri kenti) olarak bilinen Paris’e adanmış kitaplar dahi varmış; flâneurluk ederken görebileceğiniz özel tipler için şehir kılavuzları bunlar.
Reklam
Çin’de Çay Çay, sudan sonra dünyanın en çok tüketilen ikinci içeceği. Rivayete göre sıcak su bardağına kazara birkaç çay yaprağının düşmesiyle İO 2737 yılında, “Ulu Çiftçi” adıyla da anılan İmparator Şen Nung tarafından keşfedilmiş. Çay 4 bin 700 yıldan uzun bir süredir dünyayı dolaşıyor ve günümüzde Hindistan, Nepal, Japonya, Kenya ve Yengeç ile Oğlak dönenceleri arasında kalan diğer dağlık ülkelerde bolca yetiştiriliyor. Kişi başı çay tüketiminde ise liderlik Türkiye’de. Çay pek çok farklı biçime sahip: siyah, yeşil, beyaz, oolong… Ama bunların tümü Camellia sinensis adlı, dört mevsim yeşil kalan bir bitkiden geliyor. Çay yüzyıllar boyunca, bir ödeme yöntemi veya hürmet gösterme biçimi olarak kullanıldı; lüks bir tüketim malı olarak vergilendirildi. Çay ayrıca Çin’in üç büyük felsefi düşünce okulunun da merkezinde yer alıyor. Konfüçyüs çayın, içsel eğilimlerini anlama konusunda insana yardımcı olabileceğini öğretiyordu. Budistler de çay içmenin zihinsel odaklanmayı ve meditasyon âlemiyle bağlanmayı sağlayan dört yöntemden biri olduğuna (diğerleri yürümek, balıkları beslemek ve sessizce oturmak) inanıyor. Taoistler ise, ölümsüzlük iksirinin maddelerinden biri olduğuna inandıkları çayın, insanı doğal dünya ile uyuma soktuğunu söylüyor. Uzun lafın kısası çay içmek Çin’de hayatın her alanında kendine yer bulan bir şey ve toplumun her kesiminden insanın günlük yaşamının bir parçası.
ANTAKYA’NIN KABAK TATLISI Antakya mutfağı, adını pek doğru biçimde anmadığımız, uzaktan bakınca genelde Ortadoğu mutfağı denip geçilen Levant mutfağının Anadolu’da vücut bulmuş hâli. Mezopotamya ile Akdeniz arasında kalan topraklarda (Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail) ortaya çıkan Levant mutfağı Kıbrıs, Mısır ve tabii ki Türkiye’nin de bazı bölgelerine etki etmiş. Türkiye’de özgün bir yere sahip Antakya mutfağı da bu mutfağın etki alanlarından biri. … Kireçte kabak tatlısını normalinden farklı yapan temel şey, dokusu. Kabaca önce bir gece kireçli suda (kabak dilimlerinin dış yüzeyine çıtır dokusunu bu işlem veriyor), sonra da duru suda bekletilen kabaklar şerbette ağır ağır pişirilerek hazırlanıyor. Kireçli suyun da yine bir gece önceden hazırlandığı düşünülürse sabır isteyen bir tatlı bu. Ama sabreden derviş muradına eriyor: Bu işlemlerin sonunda kabak dilimleri incecik, sertçe, çıtır bir kabuğa ve normal kabak tatlısı kadar yumuşak olmayan bir içe kavuşuyor. Tahin ve kırılmış cevizle birleşince de tadından yenmiyor.
DİVLE’NİN OBRUK TULUMU Ancak seyahat ve araştırmalarımızda karşılaştığımız bir yer, peyniri olgunlaştırma yöntemiyle bizde özellikle büyük bir iz –ve hayranlık– bıraktı. Peynir yapım sürecinde olgunlaşma, ürünün en farklılaştığı safhalardan biri. Peynirin olgunlaşmasında kullanılan saklama yöntemlerinin, coğrafya ve iklim şartlarına göre çeşitlilik göstermesi, çeşit çeşit peynir tipi çıkarıyor karşımıza. Doğu Anadolu’da koyun derisinde; İç Anadolu’da küp, çömlek ve derilerde; Akdeniz’de bez torbalarda; Karadeniz’de ağaçtan yapılmış kovalarda hayat bulan peynirler değişik –ve birbirinden apayrı– tatlar ve aromalar geliştiriyor. Karaman’ın Divle Vadisi’ndeki obruk peyniri, Anadolu’nun peynir kültürüne neden hayran olduğumuzun kısa bir özeti belki de. Karstik kaya oluşumlarına sahip bölge, yeraltı nehirlerinin oluşturduğu doğal obruklar açısından oldukça zengin. Yöre halkı bu obruklarda yüzlerce yıldır yiyecek saklıyor –ve peynirlerini buraya olgunlaşmaya bırakıyor.
GÜNEYDOĞU’NUN FIRINLARI Güneydoğu’ya bölge dışından ilk kez gelen biri, adımını attıktan en fazla yarım saat sonra, orası hakkında o güne dek duyduklarını, okuduklarını gerçekten yaşamaya, dahası hissetmeye başladığını fark eder. Haklıdır da, çünkü Türkiye’nin en özgün kültürlerinden biriyle karşılaşmıştır; bölge hem bir bütün olarak, hem de içindeki her bir yerleşim yeri ayrı ayrı olmak üzere, alıştığının ötesinde bambaşka bir dünya olduğunu gösterir. Buralarda havanın yumuşaklığı, kokusu bile başkadır; büyük küçük herkes, “Önce sen,” der. Örneğin ben havanın tenime pamuk yumuşaklığında dokunduğunu ilk Adıyaman’da hissetmiştim. Verimliliğin ve geniş zamanın ne olduğunu Antep’te, bir şehrin ciğer kokabileceğini Diyarbakır’da, insanların iftar vakti oruç açmayı erteleyip yolda gördükleri bir yabancıya gideceği yere dek eşlik ettiğini de Mardin’de öğrenmiştim. Bir mutfağın zenginliğinin, kurduğu sofradaki renk zenginliğiyle de gösterilebileceğini; yemeğin zamanı düpedüz ele geçirdiğini hep buralarda görmüştüm. Yine bundan çok yıllar önce Urfa’ya vardığımda gözlemlediklerimse o vakit beni hem gülümsetmiş hem de düşündürmüştü.
Reklam
KARADENİZ’İN PİLEKİSİ Bu topraklardaki ekmek zenginliğinin bir diğer nedeni de pişirme tekniklerinin çeşitliliği. Sacda, tandırda, fırında, hatta bazen de bunlardan hiçbiri olmaksızın köze gömülerek (kömeç– gömeç) pişen ekmekler, binlerce yıldır Anadolu sofralarında yer alıyor. Bu yöntemler arasında adı pek bilinmeyen pileki, mutfak kültürümüzün son derece özgün bir parçası olarak dikkat çekiyor. Pileki, özellikle Doğu Karadeniz bölgesi kırsalında 30–40 yıl öncesine kadar yaygın biçimde –ve çoğunlukla mısır ekmeği pişirmek için– kullanılan, taştan yapılmış bir ekmek pişirme kabı olarak tanımlanabilir. Aslında bir kaptan da öte, portatif bir fırın gibi ekmek pişirmede kullanılan bir mutfak aracı bu. (Zira pileki bir fırın gibi kullanılarak içine yerleştirilen bakır tepsiler ile baklava dahi pişirilmiş.) Ancak belirtmek gerek ki pilekinin üretildiği ve kullanıldığı bölge Doğu Karadeniz’le sınırlı değil. Batı Karadeniz’e kadar uzanan kıyı şeridinde, hatta ülke sınırlarını aşarak Gürcistan’dan Balkanlar’a ortak kültürün paylaşıldığı geniş bir coğrafyada, ve coğrafyanın sunduğu farklı malzemeler kullanılarak farklı formlarda hazırlanmış örnekleriyle karşılaşmak mümkün.
KARADENİZ’ Dar sahil şeridinde yükselen tepelere kurulu, göz alıcı yeşillikteki çay bahçeleri ile dikkat çeken bir yer burası. Elbette Doğu Karadeniz’in coğrafyası nefes kesici, ama her fotoğrafı müthiş kılan o dağlar ve yamaçlar, bir yandan da bölgenin buğday tarımına olanaksız coğrafi koşullarını oluşturuyor. Bölgedeki bu önemli boşluğu mısır dolduruyor –ve mutfak kültürünün şekillenmesinde de önemli rol oynuyor. Hatta bölgenin mimarisini dahi etkiliyor: Yüksek nem nedeniyle kuru gıdanın saklanmasının zor olduğu bölgede, üretilen mısırın ve kışlık erzakın saklanması için evlerin önünde nalyalar yükselmiş, uzun süre depolanıp muhafaza edilemeyen mısır ununa gerek duyuldukça hemen mısır öğütebilmek için dereler üzerine değirmenler kurulmuş.
EGENİN OTLARI Sonbahar kış demeyin atlayın arabanıza, uçağa, otobüse; gidin İzmir’e, Alaçatı’ya, Urla’ya, Ayvalık’a ya da Bodrum’a. Gitmeden yöre pazarlarının günlerini öğrenin ve ne olur pazarlarda biraz vakit geçirin. Teyzeler hiç üşenmez, otlardan neler yapabileceğinizi anlatırlar, yeter ki merak edin, sorun. Kimi böreklik karışımdır, mesela pek güzel “çaykama” yapılır (karışık otlu böreğe verilen addır bu; her kadının karışımı ayrıdır ve bazen bahçeden ıspanak, maydanoz, taze soğan da eklenir); kimini kavurup yumurtalarsınız (tilkişen ya da kazayağı kavurmaya uygundur). Haşlanıp salatası yapılanların başında turpotu, hardalotu ve denizbörülcesi gelir. Çiğ olarak da yenenler vardır, ısırgan, suteresi, kuzukulağı gibi. Köremenli ekmek pek güzel olur, acıot şifa kaynağıdır, kayakoruğunun turşusu pek sevilir, baharda yedi çeşit ot yenirse o yıl hasta olunmayacağına inanılır. … Pek çok Ege pazarında otlu börek ya da gözleme satan kadınlar vardır; sardırın birkaç tane, güzelim Ege Denizi’ne karşı yanında tavşankanı çayla yiyin afiyetle. Sonra da memleketimizin güzelliğine, bereketine; insanımızın bilgi derinliğine ve doğanın güzelliklerini kullanma becerisine bir kere daha hayran kalın. Son bir not, aman iyi bilmediğiniz otları toplamayın. Mantar gibi otun da zehirlisi var doğada. Kaynaklardan okuyun, öğrenin fakat otları tanımanın en iyi yollarından biri bilenlerden el almaktır unutmayın.
Dağların insanları nasıl bu denli büyüleyebildiği sorusuna yanıt vermekte hâlâ zorlanıyorum. 1924’te Everest’e yaptığı talihsiz tırmanış denemesinden önce The New York Times’tan bir gazeteciye konuşan efsanevi dağcı George Mallory, yüksek bir yere neden tırmanıldığı hakkında yapılmış en ünlü açıklamayı dile getirdi: “Çünkü orada.” Ağızdan dökülüveren bu yanıtın zirve için hissedilen yoğun duygular için yapılan çok ünlü bir açıklamaya dönüşmüş olması, dağların ilkel ve belirsiz cazibesi hakkında bilmeniz gereken her şeyi anlatıyor. Bazılarımız, bir dağ gördüğünde zirvesinden neyin görülebildiğini merak etmeden duramıyor; neden bunu düşündüğümüzü ise tam olarak bilmiyoruz. Binlerce yıl boyunca, dağlarla olan ilişkimizi tanımlayan duygu korku oldu. Dağlar tehlikeli engellerdi ve onlardan uzak durulmalıydı. Bu korku ancak 18. Yüzyılda gezginlerin, yüksek bir seyir noktası olmadan manzaranın tadının çıkarılamayacağını fark etmesi üzerine dönüşüm geçirdi. Zirvelerin korku uyandıran özellikleri, ziyaret etmek için birer neden hâline geldi.
14 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.