Zikre devâm ile, öyle bir dereceye ulaşılır ki, zikrin hakîkati, insanın yaratılış gâyesi ile birleşir; zikre mâkes olur. Zikrin hakîkati, harf, kelime ve sesten münezzehtir. Kalbin cevheri, yâni özü de, İlâhî ve Rabbânî olduğu için münezzeh bir latifedir. Bu iki keyfiyet, böylece eşyâdan mücerred hâle gelince, birbirleriyle aynîleşir, birleşir, hakîkî tevhîde erer. Kalb, orada yokluğa ve hiçliğe kavuşur. Zikredilenden, yâni Cenâb-ı Hak’tan başka her şey silinir. Çünkü bu makamda kalb, esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî merkezi olur ve güneş ışığını toplayan bir merceğin, altındakileri yakması gibi bütün mâsivâyı yakar, yok eder. Bu, “fenâ” hâlidir. Fânîlerin aradan çekilip “Bâkî”nin kaldığı makamdır; itmi’nândır; huzura vâsıl oluştur.
Zikir, yalnızca dilin lafza-i celâli tekrarlaması değil, Allâh -celle celâlühû- idrâki ile İlâhî tecellînin bütün benliği kuşatıp kalbde yerini almasıdır.
Bu hâle nazaran rûha ıztırap veren gurbetin en derin ve en köklü hasretini dindirmek, Rabbe vuslat iledir. Bu ulvî hasreti ve ruhî ıztırâbı idrâk etmeyerek, köyünden, kentinden ayrılması sebebiyle muzdarip olan sıradan insanların bile şuuraltında aslında gurbetin bu büyük ve derin mânâsı bâkî kalır. Ruhun bu ıztırâbını ancak üstün idrâk sâhipleri olan evliyâullâh lâyıkıyla kavrar ve ara merhalelerin derdinden berî ve İlâhî vuslata iştiyâk ile dolu bir ömür sürerler.
Aslına dönme temâyülü, varlıklar içinde üstün bir idrâk ile techîz edilmiş bulunan ins ü cinde en üst seviyeye ulaştığı nisbette bir hasret ve ıztırap kaynağı olur. İşte o zaman idrâk sahibi her kul, nefes alıp verdikçe kendisini daimî bir gurbette hisseder.
..Bundan dolayı tasavvufun bir gâyesi de, insanı “elest bezmi”nde Rabbiyle beraber olduğu vuslat iklîmine dönme hususundaki arzu, arayış, temâyül ve istîdâdını zikirle tekâmül ettirerek şuuraltından şuurüstüne yükseltmektir.