Akdeniz bir zaman bizim, Türklerin deniziydi; Karadeniz de öyle. Peki, şu Kızıldeniz-iki sahili ile- bizim olmamış mıydı? Bizimdi; fakat hulül edememiştik. Hâlâ Süveyş Kanalı'ndan geçip Hint Okyanusu'na açılan bir tek gemimiz yok. Ertuğrul faciasından sonra sanki öyle bir sefere çıkmamak için yemin ettik.
“Hayatımız çeşit çeşit mermerler önünde ve üzerinde geçmez miydi? Mermerler ortasında güler, ağlardık; din duygumuz camilerin mermerle bezenmiş çevrelerinde gelişirdi. Ruhlarımız mermer sütunlu mabetlerde, vücutlarımız mermer serili hamamlarda temizlenir, sanat zevkimiz mermer oymalara baka baka yeşerir, aklımız ahret ve ölüm fikrine mermerden mezar taşlarıyla alışırdı. Ve sonunda tabutumuz bir mermer parçası üstünde duraklar ve çok defa madde kısmımız bir mermer altında topraklaşır; herkes gider, başımızın ucunda mermer kalır, mermer beklerdi....
....Bana öyle gelir ki ölüler mermerlerin aklaştırıp temizleyici tesiri altında önce eriyerek kendilerini yavaş yavaş servi köklerine emdirirler; buradan ağır ağır, için için yüksek dallara doğru yol alırlar; yol aldıkça ahret havasına ve rahiyasına alışırlar ve nihayet tepeye ulaşıp nurlaştıktan sonra bir yarım ay ışığında fosforlarını parıldatmadan, ölüm ağaçlarının fısıltılarıyla usulcacık uğurlanarak dönülmez yolculuklarına başlarlar. Artık ruh olmuşlardır. Sanırım, mermerle servi ortasında -son metamorfozumuzu tamamlayan- gizli ve kısa bir hayatımız daha vardır.“
Saat, güneşin dünya yüzündeki vekilidir. İşleyen her saat makinesinde güneşten bir atom gizlidir ve her saat minesi güneşin bir minyatürüdür. Saate taptığımızı, saatleri güzelleştirip bir sanat eseri haline sokmak için sarf ettiğimiz emeklerden de anlamak mümkündür.