Çok küçükken kurbağa deneyinden bahsedilen bir yazı okumuştum. Eğer bir kurbağayı su dolu kaba koyup altını kısık ateşte açarsanız, su yavaş yavaş ısındığı için kurbağa bunu anlamaz ve sonunda ölür, fakat kurbağayı sıcak suya atarsanız bunu farkederek hemen sıçrayarak kaçıp kurtulur yazıyordu. Suyunun yavaş yavaş ısınması gibi yavaş yavaş öldüğünü de hissedemiyor insan, anladığında da iş işten geçmiş oluyor, çok zor. Oblomov da tatlı hayalleriyle ömrünün sonlarına yaklaştığında bir şeylerin farkına varması çare olmuyor ki yine de yaşadığı hayata bakılırsa en mutlu sondu onun için. Ama bu yaşanmamış hayat sadece temiz kalbi, dürüst ve naif olan Oblomov’un suçu değil, bahçeden dışarı çıkmasına bile izin vermeyen bir anne korumacılığı var, çocukluk heyecanını söndüren, karar vermesini engelleyen, havadan nem kapacak diye telaşlara düşen, oblomovu inşa eden bir aile. Semih Saygıner’in “ insanın en büyük başarısı kendi tembelliğini yenmesidir” sözünün kıymeti daha da arttı benim için. İnsan kendi tembelliği yüzünden gerçekleşmeyen hayallerine üzülüyor… Son olarak klasiklerin yeri bir başka, kullanılan dil, kelime zenginliği, duyguların bu kadar derin anlatılabilmesi, işte edebiyat bu dedirtiyor, günümüz kitaplarına uyumu zorlaştırıyor.