Ortaçağ felsefesinin, bir diğer önemli ve özgün felsefe geleneği, İslam felsefesinden meydana gelir.
İslam felsefesi, Batı'nın patristik felsefenin ardından ağır bir "karanlık çağ" a girdiği sırada, kültür tarihinde özellikle bilginin sadece korunmasına değil, zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuş bir düşünce geleneğini ifade eder.
Gerçekten de milattan önce yedinci yüzyıl ile on beşinci yüz yıl arasında İslam uygarlığında geliştirilen bu felsefe, sadece Antik felsefe ile on ikinci yüzyıl sonrası Skolastik Hıristiyan felsefesi veya modern felsefe arasında bir köprü görevi gören bir felsefe olarak sınırlı kalmış değildir.
O, buna ek olarak, felsefi düşünce ye de önemli katkılarda bulunmuştur. Başka bir deyişle, ortaçağ İslam felsefesi evrensel kültür içinde önemli bir yere sahip olan bir felsefe olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslam felsefesine Müslümanlar dışında katkıda bulunanların olduğu ve sadece Arap dilinde ifade edilmediği için, İslam felsefesini İslam kültüründen doğmuş ve İslami coğrafya üzerinde bulunan yerlerde ifade edilmiş olan düşünce geleneği olarak çok genel bir biçimde, bir bütün halinde tanımlayabiliriz.
İyilerin güçsüz ve bi çare kalıp ezildikleri yerde, kötülerin köşe başlarını tuttukları için kudretli oldukları doğru değildir.
Çünkü, yine felsefenin bildirdiğine göre, herkes mutlu olmak istese de, iyilerin iyi oldukları için, en yüksek iyiye, gerçek mutluluğa ulaşma gücüne sahip bulundukları yerde, kötüler onun ne nerede olduğunu bilir ne de onu bulabilme gücüne sahiptirler.
Onlar sadece, sahte bir güçlülük görüntüsüyle, yanlış yerde yanlış şeye taparlar.
Patristik felsefe, putperestliğe ya da aynı anlama gelmek üzere, seküler felsefeye karşı Hıristiyan inancını savunmuş ve daha sonra benimsediği Platoncu ve Yeni-Platoncu felsefeyle Hıris tiyan inancını anlamlandırıp güçlendirmeye, onu putperestliğin ve gnostisizmin saldırıları karşısında korumaya çalışmıştır.
Başka bir deyişle, yaklaşık altı yüzyıl süren tarihsel dönem boyunca, patristik felsefe Hıristiyan dini ve öğretisini felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak temellendirmeyi amaçlamıştır.
Söz konusu felsefe, Skolastik felsefeyle modern felsefeden, akla dayanılarak elde edilen so nuçlarla vahyin doğruları arasında bir ayrım yapmamak bakımın dan farklılık gösterir.
Buna göre, patristik dönemde felsefe, teoloji ve dinin doğruları, bir bütünün ayrılmaz öğeleri olarak değerlen dirilir.
Yüzlerini Kabe'ye çevirerek ibadet eden bu adamların en ünlülerinden ikisi, söz gelimi İbn Sina ve İbn Rüşd, İslamiyet' e bilinçli müminler olarak aidiyetlerinin kendilerine getirdiği bütün yükümlülükleri üstlenmiş entelektüeller olup inançlarına yönelik her türden saldırıya büyük bir güçle karşı koymaktaydılar.
İbn Sina'nın çözüme kavuşturulması oldukça zor bir problemle karşı karşıya kaldığı zaman, önce camiye giderek namaz kıldığı anlatılır; sonradan pek çok kimse tarafından aklın imana olan başkaldırısının bayraktarlığını yaptığı söylenen İbn Rüşd ise, Kordoba' da kadı, hatta başkadı olmuştur.
Yunan' da insanın temel probleminin bu dünyada ve kent devleti sınırları içinde mutluluğa erişmek olduğu kabul edilmiştir; Yunan' da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip olduğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, ortaçağda problemler, yeryüzündeki hayattan ziyade, bu dünyadan sonraki hayatla ilgili olan problemlerdir.
Ortaçağda insan, doğal ve akli bir varlık değil, öncelikle Tanrı tarafından yaratılmış, fakat ilahi özünden ayrı düşmüş bir varlıktır. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı Tanrı; diğer tarafta ise kendisini Tanrı' dan her geçen gün biraz daha uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan dolayı, ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel olmayıp, özde veya tümüyle pratik bir problemdir:
Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği problemi.