Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

1300-1700

Osmanlı Dünyası ve Avrupa

Daniel Goffman

En Yeni Osmanlı Dünyası ve Avrupa Sözleri ve Alıntıları

En Yeni Osmanlı Dünyası ve Avrupa sözleri ve alıntılarını, en yeni Osmanlı Dünyası ve Avrupa kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
17. yüzyılın başlarına gelindiğinde, ticarette önde gelen uluslar olan İngiltere, Fransa, Felemenk ve Venedik, Osmanlı İmparatorluğu ve ötesine uzanan oldukça karmaşık ticaret ve yönetim ağları kurmuşlardı. Her ne kadar bu ağların her biri farklı güçlü yanlara, zayıflıklara ve yapılara sahip olsa da,5 belirli ortak özellikleri de vardı. Her birinin en tepesinde, İstanbul’daki temsilciler (elçiler, özel görevliler ya da balyoslar) bulunuyordu. Bu kişilerin sorumlulukları, yalnızca ülkelerinin hükümetlerini ya da şirketlerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda oturan vatandaşlarını da temsil etmekti. Her hükümet ya da şirket ayrıca belirli Osmanlı kentlerinde yerleşik milletleri ya da aracıları yönetmek üzere konsoloslar da atıyordu. Sonuçta, her biri cemaatleri için en elverişli ticaret koşullarını ve Osmanlı hükümetinden en çok özerkliği elde etmek için birbiriyle yarışıyordu.
Kapitülasyon anlaşmaları yalnız yabancıların kendilerini değil, onların hizmetindeki yeniçeri korumalarını, kapıcılarını ve tercümanları da kapsıyordu. 17. yüzyıl başlarında, Galata’daki yabancı topluluğundan sorumlu Osmanlı yöneticileri, buradaki yabancılar sanki korunmasız Osmanlı kullarıymış gibi onlardan sürekli cizye toplamaya kalkıştılar. En azından 17. yüzyılın ilk yarısı boyunca aynı devlet görevlileri, İstanbul’un çarşılarında dükkân kiralayan Venedikli ve Fransız tüccarları “zimmi” sınıfına sokmaya çalışıp durdular.4 Bu tür davranışlar yabancı toplulukların kendi kendilerini yönetme uygulamasını tehdit ediyordu kuşkusuz. Bununla birlikte, Osmanlı devlet görevlilerinin niyeti rüşvet almak değildi, yasalara aykırı davranmıyorlardı. Niyetleri, ne mallarını zorla almak, ne onları dışlamak, ne de dinlerini değiştirtmekti. Seçtikleri yöntemler daha ziyade, bu uzun süreli konukların dinsel ve sivil özerkliklerini yok etmeden, İslam hukuku uyarınca, siyasal bakımdan Osmanlı toplumuyla bütünleştirmek üzerine kurulmuştu
Reklam
Birçok tarihçi Kanuni sonrası Osmanlı dünyasını gerileme dönemine girmiş olarak betimlemiştir. Bu gerilemeyi açıklarken, büyük ölçüde askeri alandan kanıtlara dayanırlar. Sık sık iddia edilen şudur: Osmanlı donanması İnebahtı’daki ağır yenilgiden (1571) sonra bir daha ne eski gücüne, ne de eski saygınlığına kavuşabildi; Osmanlı ordusu da, Habsburg ve Safevi imparatorluklarıyla, 16. yüzyılı kapatan ve yenensiz-yenilensiz Zitvatorok Antlaşmasına (1606) yol açan uzun savaşların ardından bir daha hiçbir zaman eski dayanıklılığına ve yırtıcı savaşkanlığına ulaşamadı. Buna bağlı olarak, geliştirilen sava göre, 17. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyılı da kapsayan dönem boyunca Osmanlı tarihini ödün verme, geri çekilme ve yeniden mevzilenme şekillendirmiştir. Gerçek ise, elbette, bu betimlemenin ortaya koyduğundan çok daha karmaşıktı. Özellikle 17. yüzyılda, imparatorluğun pek çok bölgesi ve kesimi iktisadi bakımdan gelişti; yenileşme ve bürokratikleşme o güne dek görülmemiş bir siyasal istikrar sağladı; hatta askeri alanda bile Osmanlılar bazı dikkate değer başarılar yaşadı.
İbadet özgürlüğü meselesi, bulunduğu yerin yasalarına bağlı olmama hakkının özünü oluşturuyordu. Protestan Reformu’ndan (1517) bir yüzyıl kadar sonra neredeyse Avrupa’nın tümü cuius regio eius religio - yani hükümdarın dini halkın dini olmalı -düşüncesini benimsedi. Bu ortamda, birçok devlet tarafından yasaklanmış olan ama çoğu elçinin bir hak olarak talep ettiği “sapkın” ibadetin açık açık yapılması, Katolik ile Protestan devletler arasındaki ilişkileri felç etti. Ancak 17. yüzyıldadır ki, bulunduğu yerin yasalarına bağlı olmama hakkı bu açmazı çözüme kavuşturdu. Oysa Osmanlılar için hiçbir zaman böyle bir sorun olmadı. En baştan beri, her elçinin, kendisi ve adamlarının özgürce ibadet edebileceği bir kilise ya da ibadethanesi vardı ve her elçi ya da konsolos kendi “millet”i üzerinde yasal yargılama hakkına sahipti. Başka hiçbir Avrupalı devlette böylesine geniş kapsamlı bir uygulama yoktu;
Konstantinopolis’in alınmasıyla Osmanlılar, Bizans’ın siyasal merkezi yanında dinsel merkezinin mirasına da konduklarında, II. Mehmed,gayrimüslim kullarla -daha önce açıkça ortaya konmamış- ilişkiyi belli bir hukuki düzene oturttu. Yeni hükümdar, kadim başkentin siyasal yönetiminde ve ekonomik yapısında reform yapmanın yanında, Rum Ortodoks kilisesinin kutsal örgütlenmesini de ya tanımak ya da ortadan kaldırmak zorundaydı. Mehmed birinci yolu seçti ve Osmanlıyla bütünleşmeyi din gereği Roma’yla birleşmeye yeğ tutan Gennadios Sholarios’u Osmanlı egemenliğindeki ilk Rum Ortodoks Patriği olarak atadı. Padişah 5 Ocak 1454 tarihinde Gennadios’u Patriklik görevine getirerek -her yeni padişahın tahta çıkışında yenilenmek ya da geçerliğine son verilmek üzere- kendisine bir “ahdname” verdi. Bu belgede Rum Ortodoks cemaatinin örgütlenmesi, ayrıcalıkları ve sorumlulukları ana çizgileriyle belirleniyordu. Osmanlı otoritesinin tam desteğini almış olmasının yanı sıra, belge Gennadios’a Bizans İmparatorluğu döneminde kendinden öncekilerin hiç taşımadığı ölçüde toplumlararası güç bağışlıyordu.
Şeriat ile padişah hukukunu bağdaştırmada Ebussuud Efendi’nin çözüm olarak kullandığı araç, yasa ve uygulamaya ilişkin sorunlara dini otorite sahibi, tam nitelikli bir kişinin getirdiği bir açıklama olan “fetva” idi. Şeyhülislamın fetvalarının belli bir ağırlığı olacağı açıktı ve Ebussuud bu otoritesini “insanoğlunun koyduğu yasaları ilahi yasalarla uyumlu duruma getirmekte” kullandı.15 Konunun uzmanı modern bir tarihçiye göre, bunu başlıca üç alanda gerçekleştirdi. Birincisi, toprak ve vergilere ilişkin çok çeşitli yasalar yığınını, zamanla Osmanlı toplumunca kutsal kabul edilen bir biçime kavuşturdu. İkincisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın birçok unvanı arasına halifeliği katarak, hükümdarın yalnızca Osmanlı devletinin başı olmadığını, aynı zamanda bütün Müslümanların yol göstericisi olduğunu vurguladı; icat edilmiş bu gelenek, padişah hukukunun geçerliliğini sağlamaya katkıda bulundu. Üçüncüsü ve en tartışmalısı, Hanefî mezhebine uygun olarak, vakıfların borç verebilmesini ve servet yaratmada kullanımını yasallaştırdı.16 Kısacası, Ebussuud ve diğer din görevlileri Osmanlı yasalarını yalnızca etkin bir biçimde belli bir düzene bağlamak ve standartlaştırmakla kalmadılar, aynı zamanda bunu öyle bir biçimde yaptılar ki, ülke içinde ve dışında karşılaşılan sorunların içinden yaratıcılık ve esneklikle sıyrıldığı sırada bile, devletin yerleşik dini kurallara uyar görünmesineolanak sağladılar.
Reklam
Osmanlı devleti, gerçekten de, -Sünni İslam mezhepleri arasında en uzlaşmacı olan- Hanefi mezhebine sahip çıkarak ve kanunlarını oluştururken dört mezhebi de hesaba katarak, İslam geleneğinin sınırları içinde en yüksek esnekliği gösterdi; böylelikle, imparatorluğun birbirinden apayrı Hıristiyan ve Musevi cemaatleri ile Sünni İslamın içindeki çeşitli mezheplerin yandaşlarını yatıştırmayı sağladı. Dahası, çeşitli tasavvuf akımlarını, şehir ekonomileri ve askeri örgütlenmeler içinde kurumlaştırarak, yerleşik kurallara uyum göstermeyen inanç ve uygulamaları temelde tasdik etmiş oldu.
Osmanlı hükümeti şeriata öncelik tanıyordu. Bununla birlikte, şeriat imparatorluktaki tek yargı yapısını oluşturmuyordu. Ermeni, Ortodoks Rum ve Musevi Osmanlı cemaatlerinin tümü kendi mahkemelerini kurmuşlardı ve cemaat üyelerini kendi dini kurallarına göre yargılıyorlardı;
Genç padişaha(2.Mehmed) başlıca tehdit Bizans’ın kendisinden değil, olası güçlü bağlaşıklarından, özellikle donanmaları ile kuşatmaya denize açık yandan soluk aldırabilecek Cenevizler ve Venediklilerden geliyordu. Bu nedenle ilk yaptığı iş, yarım yüzyıl önce büyükbabasının babası Bayezid’in yaptırdığı Anadoluhisarı’nın karşısına Rumelihisarı’nı yaptırmak oldu. Tahta geçişini izleyen bir yıl içinde bu hisarın yapımı tamamlandı ve iki hisara yerleştirilen toplar, Karadeniz’den denizyoluyla geçişi etkili biçimde engelledi. Bu önlemle takviye kuvvetlerin gelme olasılığı azaltılmış oldu; üstelik, Galata’daki Ceneviz kolonisinin yansızlığını açıklaması, gemileri karadan geçirip Haliç’e indirebilme yetisi, kentin duvarlarını dövecek dev bir topun döktürülmesi ve mevzilenmesi, özellikle yeniçerilerin direngenliği ve kenti savunanlarda - kentin Rum nüfusunun büyük kesiminin bir Latin yönetimi görmektense Osmanlı yönetimi görmeyi belki de yeğlemesinin de artırdığı- umutsuz bir kaçınılmazlık duygusu, 54 günlük bir kuşatma sonunda 1453 yılının mayıs ayında Konstantinopolis’in Osmanlıların eline geçmesini sağladı.
Bizans’ın düşüşünün öyküsü pek çok kez anlatılmıştır;25 çünkü bu olay Avrupa tarihi için de, Osmanlı tarihinde başka hiçbir olayın olmadığı denli önemli bir olaydı. Gerçekten de, ortaçağ Avrupa’sının sona erip modern çağ Avrupa’sının başladığı an olarak kimilerince bir dönüm noktası bile sayılmıştır. Bu değerlendirmede belirli bir ironi var.Birincisi, kent daha önce, 1204 yılında, kör Venedik Dukası Dandolo’nun başını çektiği ateşli, acımasız ordu kente saldırdığında, Dördüncü Haçlı Seferi’nde alınıp yağmalanmıştı. Öyleyse, Konstantinopolis’in sanat yapıtlarının ve varlığının uçuverip -Venedik sarayına ve başka saraylara,kamu yapılarına düşmesi- ve kültürel yapıtların çoğunun yok edilmesi 1453’te değil 1204’te oldu; Büyük Kütüphane’nin yok edilmesi 1204 yılında oldu, 1453 de değil.
40 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.