You can find Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam books, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam quotes and quotes, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam authors, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam reviews and reviews on 1000Kitap.
Cafer Efendi, Mimar Mehmed Ağa’nın yaşamını anlattığı ve sonuna Osmanlıca yapı terimlerini içeren küçük bir sözlük de eklediği Risale-i Mimariye'ye âdet olduğu üzere Allah’a, Hz. Muhammed’e ve dört halifeye övgüler düzerek başlıyor. Allah’ın övüldüğü bölümde tüm evren büyük kubbeli, kandillerle ve ışık saçan mumlarla bezeli, aydınlık pencereli ve yüksek kemerli bir cami olarak anlatılıyor. Tanrı böyle etkileyici bir yapıyı “resimsiz, hesapsız” yaratmış bir mimar olarak övülüyor.77 Evrenin yaratılışı motifinin mimari benzetmelerle anlatılmasına Sultan Ahmed Camii için yazılmış kasidede de rastlıyoruz. Kasidenin başlangıç dizelerinde gökyüzü bir kubbe, gökkuşağı mihrab, güneş ve ay ışık saçan mumlar, Sina Dağı ise değerli oymalarla bezeli bir minber
olarak tasvir ediliyor. Burada da Tanrı’yı mimar olarak övme yaklaşımı var; öte yandan Cafer Efendi risalesinde Tanrı’nın yüceliğini, “Tanrı’nın gölgesi” olan padişahınkinden daha az vurgulamış. Vakfı kuran Sultan Ahmed’i, eskiden baykuşların yuva yaptığı metruk bir yere cami yaptıran cömert ve hayırsever bir kişi olarak övüyor.
Öte yandan Müslüman göçebelerin çoğu, öğrenim görmüş kentlilerinki gibi din bilgisine dayanan sağlam bir inançtan henüz yoksundular. Göçebelerin İslami inançlarına yön verenler abdal denen dervişlerle baba adı verilen bazı tarikat şeyhleriydi. Bunlar doğa kültünün, bazen de bazı Şamanizm öğelerinin günlük ibadete girmesinde etkili oluyorlardı. Bu çerçevede kendi dinamiğine sahip yeni bir dini sentez yaratmışlardı. Sünni İslam'ın sapkınlık saydığı bu din anlayışı, daha sonraki yüzyıllar boyunca Osmanlı, özellikle de Anadolu kültür tarihinde önemli bir rol oynayacaktı. Babaların çoğunun yazılı kültürle ilişkisi çok az olduğu için, adları kaynaklarda geçmez. Ama bunun 13. yüzyılın sonlarında Anadolu'da, Suriye'de, Batı İran'da etkili olmuş ve alışılmamış kılığı ve sapkın görüşleriyle ulemayı kızdırmış Barak Baba gibi istisnaları da vardır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu ( 1839) ile Osmanlı İmparatorluğu'nun resmen dağılması ( 1923) arasındaki dönem, Cumhuriyet'in ön tarihi olarak da tanımlanabilecek bir geçiş dönemi sayılmaktadır.
Çay... ancak 1930'lardan sonra, Türkiye'de de üretilmeye başlayarak Türklerin ulusal içeceği oldu; Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında çay sadece egzotik bir bitki olarak kabul ediliyordu.
19. yüzyıl İstanbul'unda üç tür tiyatro mevcuttu. Bu dönem, Karagöz ve orta oyununun en yaygın olduğu dönemdi.Bir de Avrupa tarzındaki tiyatro vardı. Pera'da özellikle Fransız ve İtalyan kumpanyalarının oynadığı oyunlara çoğunlukla yerleşik Levantenler (Osmanlı tabiriyle "tatlı su frenkleri") rağbet ediyordu...Bu yabancı tiyatroların yanı sıra tabii Osmanlı tiyatroları da vardı;
hem çeviri hem telif eserler sahneye koyarlardı. 1870-1880 arasında faaliyet gösteren Osmanlı Tiyatrosu bir repertuvar tiyatrosuydu ve Osmanlıca yazılmış oyunlar sunma tekelini elinde tutuyordu. Ancak 1884'te oynanan bir oyun, Sultan Abdülhamid'in hoşuna gitmeyince tiyatro binası bir gecede büyük olasılıkla sultanın emriyle yerle bir edildi ve tiyatro topluluğu dağıldı.
...birçok müze ancak Cumhuriyet döneminde kurulmuştur, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Topkapı Sarayı arazisi içinde kurulan Müze-i Hümayun, Osmanlı topraklarında bulunan arkeolojik eserleri önceleri sınırlı bir kitleye de olsa sunmuştur. Bu müze, oryantalist tarzdaki tarihi resimleri Paris'te değişik sergilerde birçok ödül alan Osman Hamdi'nin (1842-1910) çabalarıyla ortaya çıkmıştır.
Osman Hamdi 1881 'de fazla zengin olmayan ve dağınık bir eski eser koleksiyonunu devralmıştır. O dönemin kavramlarıyla kazılar yaptırtmış, değerli arkeolojik eserlerin dışarıya kaçırılmasını önlemiştir. Gerçi çabalarında sınırlı bir başarı elde etmişti, ama yine de bu çabalar bugün bu çok ödüllü oryantalist ressamın sol liberallerin gözünde bir simge olmasının nedenini açıklar. Ayrıca Osman Hamdi'nin Osmanlı üst tabakasından kadınların portrelerini yapması da önemlidir; hatta resimlerinin büyük bir bölümüne kendi eşi modellik yapmıştır.
Sultan Il. Mahmud tarafından hızlandırılan laikleşme eğilimi, aslında önemli nedenlere dayanmaktaydı. Asıl amaç, orduyu finanse edecek parayı bulmaktı; bu nedenle, 18. yüzyılda başlayan vakıfları devlet denetimi altına alma denemeleri artık yoğunlaştırılmıştı,24 Nitekim 1826'dan sonra vakıflar özel bir nezarete bağlanarak kamulaştırılmıştı. Bu durum, o güne dek vakıf idaresinden önemli gelirleri olan ulema ve özellikle ileri gelenlerin siyasi nüfuzunun iyice azalmasma sebep oldu. Bir yandan medreseler devletin denetimine sokulurken, diğer yandan yeni kurulan teknik okulların yararına bu dini okullar bilinçli bir tavırla ihmal edildi. Bu nedenle entclektüel iddiası olan ulema başka eğitim alanları seçmek zorunda kaldı...
İlk bakışta II. Abdülhamid döneminde bu gelişmenin durdurulduğunu düşünmek mümkün, çünkü bu dönemde hükümdarın dini meşruiyeti ön plandaydı. Osmanlı padişahının tüm Müslümanların halifesi olması, özellikle imparatorluk dışındaki, Avrupa'nın sömürgeterindeki Müslümanların gözünde vurgulanıyordu...
Öte yandan devlet kadrolarına teknik ve idari uzman hazırlayan din dışı okulların kurulması, Abdülhamid döneminde de devam etti. Özellikle askeri okullar, laikleşme sürecinde önemli bir işlev üstlendiler.
Sultan Abdülhamid muhalefetin tarafsız kalmasını sağlamak için yeni mutlakıyetçi rejimini dini bir söylemle meşrulaştırmıştı. Şer'i mahkemelerde 19. yüzyılın sonunda artık davalar devlet hukukuna göre karara bağlanmaya başladığından, ulemanın politikayı etkileyebilme olasılığı zaten sınırlanmıştı. Öte yandan rejimin dini doğrultusu Abdülhamid'in teknik yeniliklere olan ilgisini, özellikle kendi iktidarının meşrulaştınlmasına yarayanları kısıtlamamıştı. Bu kategoriye özellikle tren yolları , telgraf hattı ve fotoğrafçılık giriyordu. Dindarlık ve teknik gelişmeye olan ilgiden oluşan bu kombinasyon, bugün bile birçok Türk muhafazakarının önemli bir özelliğidir. Abdülhamid'in bu kesimlerde popülaritesininin artması, büyük oranda bu kombinasyona bağlı olmuştur.
1755'te tamamlanmış Nuruosmaniye Camii... İtalyan barok çizgilerinin açıkça benimsendiği ilk büyük selatİn camidir. Uzmanlarca her zaman iki kutupta ele alınmıştır: Bazılarınca, caminin yapı öğelerindeki dış etkiler, çoğu kez Avrupa kültürünün hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan taklidi, bazen de yerel yapı geleneğine neredeyse bir ihanet olarak değerlendirilmiştir. Bazıları ise, caminin kimliği bilinmeyen mimarının ve banisi padişahların (1. Mahmud [hd. 1 730- 1754] ve III. Osman [hd. 1754- 1757]) yeni çözümlere cesurca yaklaştıklarını ve ne kadar yaygın olursa olsun bir geleneğe sıkışıp kalmak istemediklerini belirtmişlerdir.