1904-1905 Rus-Japon Savaşı, Osmanlılar tarafından ilgiyle takip edildi. Osmanlı ordusu adına Albay Pertev Bey, savaşı izlemek üzere General Nogi'nin komutasındaki 3.Japon Ordusu'na eşlik etti. Pertev Bey, gelişmeler hakkında İstanbul'a düzenli raporlar gönderdi. Savaşı Japonların kazanması Osmanlı ülkesinde büyük sevinç yarattı. Nedenini 1906 yılının Haziran ayında İstanbul'da üç gün geçiren Japon yazar Kenjirõ Tokutomi'nin anılarından okuyalım:"Japonlar (Türklerin nefret ettiği) Rusları savaşta yenmiştir;Japonya beyaz Avrupalıların burnunu kıran aynı Asya'nın bir ülkesidir. Tokutomi, Batılı Hristiyan devletler tarafından Avrupa'dan tamamen sökülüp atılmak istenen, Osmanlı ile duygudaşlık kurarak şöyle devam ediyordu:"Doğuda Güneş halkı, batıda Ay(Hilal) halkı.Güneş ve Ay her zaman birbirlerine düşünceli davranmıştır. Hilalin artık tamamlanmasını diliyor ve bir ayn gibi patlaması için dua ediyoruz."
Yaklaşımını çok beğendiğim Britanyalı diplomat-felsefeci Edward Hallet Carr'a (1892- 1982) göre tarihsel gerçekler (olgular) "içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer." 'Boş çuvalı dik tutan mızrak', tarihçiterin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif (nesnel) görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani 'tarih yoktur, tarihçi vardır' diyenler haklıdır.
Peki, 'objektif tarihçi' diye bir kavram anlamsız mıdır? Elbette hayır, ama Carr'a göre 'objektif tarihçi', kendini objektif sayan ya da böyle görmeyi tercih eden ve kendini tüm ideolojilerden ve dönemin bağlamından bağımsız gören kişi değildir. 'Objektif tarihçi' ortaya koyduğu tarih yazımını, kusursuz bir gerçeklik olarak sunmaya kalkan değil; tarihsel gerçeklerin ve teorilerin sınırlarını kabul eden, değerlerin ve gerçeklerin bir arada olduğunu ve bunların kendi üzerindeki etkisini fark eden, nihayet vardığı sonuçlara, hangi gerçeklerden ve hangi değerlerden yola çıkarak vardığını söyleyen kişidir.
Nitekim onun döneminde Müslüman Osmanlı kadınları o tarihe kadar görülmedik bir serbestliğe kavuştular. Kağıthane, Boğaz birer şenlik yerine dönüştü. Beyazıt, Üsküdar, Fatih gibi geleneksel semtlerde bile kadınlı erkekli kalabalıklar meydanları doldurdu. Kadınlar çarşıları, pazarları, mağazaları doldurdular. Elbette bu gidiş gelişler sırasında karşı cinsle ilişkilerde de bazı yeni ufuklar açıldı. Cevded Paşa'nın Maruzat adlı eserine bakılırsa, kadın erkek ilişkilerinin normalleşmesi, eşcinsellik gibi gayri-tabii ilişki biçimlerini geriletmişti. "Zendostlar çoğalmış, mahbuplar azalmıştı, Kavm-i Lut sanki yere batmıştı..."
1909'dan itibaren kademelİ olarak iktidara yerleşen İTC, 191 1 'deki ara seçimlerde adayını seçtiremeyince, önce Kanun-i Esasi'de de ğişiklik yapmaya teşebbüs etmiş, başarısız kahnca meclisi Kanun-i Esasi'nin 35. Maddesine dayanarak feshetmişti. Yeni meclisi oluş turmak için Aralık 1912'de yapılan seçim, ülkedeki ilk genel se çimdi ancak İTC militanları tarafından muhalif l ere uygulanan şiddet yüzünden tarihe 'Sopalı Seçim' olarak geçti. İttihatçıların yaygın terörü karşısında, fi ilen 278 üyeli meclise ancak 15 muha lifmebus girebildi. Bu 1 5 üye de açıktan muhalif olmayıp bir ka nuna red oyu verdikleri için sonradan 'muhalif grup' sayılmışlardı.*
Tahmin edileceği gibi Abdülmecid kadınlara da pek düşkündü. Tam 26 eşi olmuştu. İlk eşlerinden Şevketza, Tirimüjgan ve nikahlısı Gülcemal hemen hemen aynı günlerde iki erkek, bir kız doğurduklarında Abdülmecid henüz 17 yaşındaydı. İlk şarabı da bu yaşta tatmış ve bir daha bırakmamıştı. Her gün düzenli içerdi. Bazen sızıncaya kadar içerdi. içkiyle tanıştıktan sonra kadınlara ilgisi daha da artmıştı. Kayıtlara bakılırsa, hareminde tam 688 cariye vardı. Elbette bunların çoğu hizmetkarlık, çocuk bakıcılığı gibi işleri yapariardı ama Abdülmecid'in tam 16 erkek çocuğu ve bir o kadar da kızı olması, İslam'ın 'dört eş' sınırını epeyce aştığını düşündürüyordu.