Ne zaman bir Türk yazarla tanışsam, ne gecikmiş bir tanışma derim.
Bizim zamanımızda kitap okumaya belirli kitaplarla başlanırdı.
Eğer sola çekiyorsan (teori kitapları bir yana) genelde; Jack London Demir Ökçe, Gorki Ana, John Steinbeck Gazap Üzümleri, klasikler ama en çok Rus olanlar, falan filan…
Belirli bir okuma alışkanlığı edindikten sonra seri kitaplar alma ve canın hangisini isterse okuma dönemim başladı.
Sonrasında ilgi alanıma göre okumalar. Psikoloji, feminizm, şimdi de yazmaya dair ve en çok öyküler…
En utandığım şeylerden biri öykü okumaya bu denli geç başlamam!
Orhan Duru ile yeni tanıştım.
Öykü yazmanın sırlarına kulak kabarttım.
Son dönemde okuduğum kitapların, katıldığım atölyelerin Orhan Duru ile nasıl kesiştiğine tanık oldum.
Bilimkurgu tanımını ilk kullanan kişinin Orhan Duru olduğunu, Handan Gökçek’ten aldığım atölyede öğrendim; Bülent Somay’ın atölyesinde edebiyata başka yönden bakmaya çalışırken, Orhan Duru’dan, B. Somay’ın bilimkurgu için “…. yadırgatma..” dediğini öğrendim. Murat Gürsoy’u okuduğum bu dönemde, Orhan Duru’nun onu ne kıymetli bulduğunu okudum. Daha ne kesişmeler, ne öğrenmeler.
Edebiyat kelimenin tam anlamıyla bir derya deniz. Hepsi birbiriyle bağlantılı, hepsi iç içe, hepsinin tuzu, kumu, balığı birbirine karışmış…
Tabii bunun tadına varmak kadar burada boğulmak da var.
Derinliğin tadına vardıkça daha çok dalmak istemek…
Bazen boğulurcasına…
Bazen nefessiz kalırcasına…
Bazen haykırırcasına…