"Yaşa yaşa, hep aynı şey, derdi. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... Domates, patlıcan, lahana, kavun, karpuz, pırasa! Hep aynı şeyler. Bir süre sonra yaşamın çekici bir yanı kalmıyor, ölümü bile özlüyor insan..."
1968 Türkiye'sinde genç yaşta pek çok insan, köylerinden, kasabalarından, iş bulmak, okumak amacıyla akın ettikleri büyük kentlerde pek çok şeyi ilk kez gördü, ilk kez yaşadı. Teknolojik gelişmeler yanında, zenginliğin tüketim çılgınlığını, çıplak kadını, seks ticaretini, sınıf ayrılığını, sosyalizmi, devletin güçsüzlüğünü, kendi güçsüzlüğünü... Önce sol sağ parçalanmasını, daha sonra, çaresizliğin kucağında, din sömürüsüne teslim olmayı yaşadı ve durmadan kan kaybetti.
"Çünkü yaşamak, oyun oynamak demektir. (...) Aslında herkes oyun oynar. Kılığına girdiği, görünmeye çalıştığı kişi ile özbeni arasında çıkar uyumu bulunduğu sürece, oyun oynadığını ayrımsamaz bile insan. Uyum bozulunca da, hemen iç çatışması başlar ve kişi yeni bir oyuncu kimliği kazanıncaya kadar, kendi kendisiyle baş başa kalmanın sancısını çeker. Gerçek oyuncu, bu türlü oyunların üstüne çıkabilen, oyunu oyun için oynayan, bundan zevk alan kimsedir. Çıkar sağlamak, para kazanmak için değil, oyun oynamanın heyecanını tatmak için oynayan bir çeşit kumarbazdır."
"Özgürlük, paskalya çöreklerine benzer! Dışı yaldızlı, içi kof bir deyim! Ulaşabileceği bir özgürlüğün bedelini hesaplayarak geçirir insan yaşamını ve düşleyebildiğine değil, ödeyebildiği kadarına kavuşur; gerisi için ise durmadan acı çeker!"