Köylülerimin belini büken yoksulluğun gerçek nedenlerini anlamıyorum. Kendileri de anlamıyor. "İnsanı yaratan Tanrı!" diyorlar. Demek kimini yoksul, kimini varsıl yaratmış! Böylece yoksulluk yurttaki düzen sonucu değil, yazgı olarak yukardan geliyor. Karşı çıkılmaz buna. Yazgı dedin mi akan su durur.
Kitaplara, dergilere küs müydü? Ben enstitüye gittim, kitaba dergiye alıştım. Elimde görürdü. “Ders diye mi okutuyorlar bunları?” diye sordu bir gün. Karnıkara insanlar bizim için söylenti çıkardı: Daha dün keçi güdermişiz; bugün kalkmış Tolstoy’un Balzac’ın kitaplarını okuyormuşuz! Ne anlarmışız Eflatun’dan, Shakespeare’den? Bunlar bize ”komünistlik” aşılamak içinmiş.
Salim Bey böyle demezdi, ama yararsız, bu tür okumaları gereksiz bulurdu. Onun âdetini biliyordum; müfettiş gelince yıllanmış şarap çıkarırdı. Bunu kime anlatabilirdik. Marangoz kesersiz, terzi makassız akla gelir mi? Bizimki kitapsızdı.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında durumlarımız daha kötüydü. Hasatın sonunda emeğimizin yarısını beyler böler, kalanıyla devlet ortaklaşırdı. Onda birini parasız pulsuz alırdı: Ofis hakkı diye bir hak’tı bu. Cumhuriyet kurulunca âşar denilen tahıl vergisi kalktı güya. Cephelerde savaş var, asker aç diye devlet kimi zaman daha çok alıyor. Varsıl yoksul ayırmadığı gibi, az yoksul, çok yoksul da ayırmıyor, bizden de alıyor. Oysa neyimiz var alınacak? “Bizim ahımız gitmiş vahımız kalmış!” Anam böyle diyor öfkeli. Kimi zaman çok karamsar oluyor.
Hakkı yok mu? Altı çocuklu bir kadın. Başında koca yok. Yeterli tarla, subasar yok. Köyün sığırını sıpasını güdüyoruz. Birkaç parça kıraç tarlayı ekip biçip biraz zahire kaldırıyoruz. Daha tınazları savururken muhtarı, bekçiyi yanına alıp devletin adamı geliyor.