o gece endişe ete-kemiğe büründü,
tüm ıssız koridorlarda dolaşır oldu,
ve bu demirden kentte sessiz ayaklar
bir aşağı, bir yukarı süzüldü durdu,
ve yıldızları örten o parmaklıklardan
bembeyaz yüzler bakındı durdu.
o ise uzandı, hayallere dalmış gibi,
yeşil, serin bir vadideydi sanki,
onu uyurken görenler
bir türlü anlam veremediler,
bir insan nasıl böyle rahat edebilirdi
bu kadar yakındayken celladın nefesi.
o sarı çukur açmıştı ağzını,
bekliyordu canlı bir şeyi yutmayı:
yerdeki çamur bile kan istiyordu, kan
susamış, zift karası meydandan:
ve biliyorduk ki, hoş bir seher vakti
asacaklardı mahkûmlardan birini.
içeri girdik doğruca, ruhlarımız müesser,
aklımızda yalnızca ecel, keder ve kader:
elinde küçük çantasıyla cellat ise geçti,
o kasvetin arasından, ayak sürüyerek;
her birimizi bir titremedir aldı
numaralı mezarlarımıza sürünüp girerken
o ise günde iki kez piposunu tüttürür,
yanında da birasını içerdi:
ruhu daima metindi,
yer yoktu yüreğinde endişeye;
mutluyum derdi hep,
celladın elleri yakında diye.
kuşatmıştı ikimizi de zindan duvarları,
öteki adamlardık ikimiz de:
dünya bizi kalbinden söküp atmıştı,
tanrı bizden yana bakmıyordu bile:
günah'ı bekleyen bir demir kapan
kıskıvrak yakalamıştı ikimizi de.
aşk ve hayat güzel olduğu zaman,
ne tatlı olur keman sesiyle dans etmesi:
pek nazik ve nadir olur
sazlarla, sözlerle dans etmesi:
ama güzel olmaz hiçbir zaman
titrek ayaklarla havada dans etmesi!
sonra seyrettik onu gün be gün,
meraklı gözlerle, iç kemiren şüpheyle,
ve düşündük acaba yolun sonu
bizim için de aynı yere çıkar mi diye,
çünkü kim bilir, kimin kör ruhu
savrulacaktı cehennemin dibine
ne hoştur meşe'nin, karaağacın yaprakları,
bahar mevsiminde yeşeren dalları;
ama ne fenadır görmek darağacını,
ve köklerindeki yılan ısırıklarını:
ve dinç de olsa, cılız da olsa, o adam,
mutlaka ölecek, gençliğine doyamadan!
en yüce yerdir zarafetin tahtı,
uğruna tüm insanlann uğraştığı:
peki kim dayanabilir darağacında
boynunda kendir ilmekle durmaya,
ve gökyüzüne son bir defa
celladın elleri arasından bakmaya?