Rougon-Macquart serisinin bu ilk kitabında aile üyelerini tanımaya başlıyoruz. Karakterler bakımından iyi dediğimizin üç gün yaşamadığı, "ne biçim bir mahluk bu" dediğimizin ise alıp başını yürüdüğü bir roman. Serinin giriş kitabı olması nedeniyle, aileyi doğuran dönemin koşulları anlatılmış. Betimlemeler tadından yenmiyor fakat karakterler oturana kadar (kitabın ilk çeyreği bitene kadar) kendimi kaptırmakta zorlandım. Bu da bir çok romanda yaşanabilecek bir durum. Normaldir.
Zola'yı okurken kötüler cezalandırılsın, iyiliğin hikmeti ortaya konsun istiyor insan zaman zaman. Ama böyle bir gayesi yok kendisinin. O, olanı olduğu gibi okura sunmayı seçen bir yazar. Her insanın içinde yatan, uygun ortamı bulduğu anda ortaya çıkan ve üreyerek bünyeyi ele geçiren kötülüğü gösteriyor olanca çıplaklığıyla. Gösteriyor, anlatıyor ama "iyi-kötü" gibi bir yargıda bulunmuyor kesinlikle. Bunu da şöyle açıklıyor "Hayata elverişli bir nesne olmadığı için azota kızan, buna karşılık hayata elverişli bir nesne olduğu için oksijene sevgi belirtileri gösteren bir kimyacı düşünebilir misiniz?"
Sinir sistemim kaldıramadığından iki kitabını üst üste okuyamasam da bayılıyorum bu "deneysel roman" anlayışına. Kitapları kitaplıktan kaş göz yapıyor gel de oku diye.
Ayrıca Zola'ya hayran olmamın en önemli nedeni; sanat kaygısı gütmeksizin kurduğu cümlelerin insan ruhunu coşturan bir kimliğe bürünebilmesi. Bu dil, Rougon'ların Yükselişi'nde de insanı mest ediyor. Hak ettiği ilgiyi görmemesi, birçok kitabının yeniden basılmaması sebebiyle Zola'yı yaşatma derneği kurasım var.
Okuyunuz-okutunuz efendim.