İki oğlumun elini tutarken sevinçten ağladım, fakat oğlunun infazına şahit olan başka bir Vietnamlı annenin acısına da ağladım. O çocuk ölmeden önce devrime hazırlık, direnişe yardım ya da sadece basit bir aşk mektubu uğruna bir adamdan diğerine, bir elden diğer ele, bir zuladan diğerine mesaj ulaştırmak için saçları rüzgârda savrularak pirinç tarlaları arasında koşardı.
O oğlan bacaklarında çocukluğuyla koşardı. Düşman ordugâhındaki askerlere yakalanmanın gerçek riskini görmezdi. Altı, belki de yedi yaşındaydı. Henüz okuma yazma bilmiyordu. Tek bildiği kendisine verilmiş bir kâğıdı avcunda sıkıca tutması gerektiğiydi. Ama bir kez, üzerine doğrultulmuş tüfeklerle yüzleştiğinde ne koştuğu noktayı, ne notun alıcısının adını, ne de başlangıç noktasının kesin yerini hatırladı. Paniğe kapıldığı için sustu. Askerler onu öldürdüler ve sakızlarını çiğneyerek çekip giderken çocuğun cılız bedeninin yere yığıldığını dahi görmediler. Annesi oğlunun adımlarının hâlâ taze olduğu o pirinç tarlasına koştu. Havayı yırtıp geçen kurşunların gürültüsüne rağmen manzara değişmemişti. Gencecik pirinç filizleri, oğlunun yarısı çamura batmış bedenini eski püskü hasırıyla kaldıran o annenin gözyaşlarının akabilmesi, haykırabilmesi için vahşetin, sevginin ve acının karşısında soğukkanlı bir halde rüzgârla sallanmaya devam ediyordu.