Objektif 2

Sanat, Edebiyat, Tenkit

Peyami Safa

Sanat, Edebiyat, Tenkit Posts

You can find Sanat, Edebiyat, Tenkit books, Sanat, Edebiyat, Tenkit quotes and quotes, Sanat, Edebiyat, Tenkit authors, Sanat, Edebiyat, Tenkit reviews and reviews on 1000Kitap.
Flaubert'in meşhur üslûb titizliği daha hayret vericidir. Kalem elinde, yıldırımlanmış gibi ölen bu romancı bütün hayatında kelimelerle boğuşmuştur. En acele yazdığı kitabını beş senede bitirmiştir. İlham perisine hiç güveni yoktu. Haftada en çok iki sahife yazardı. En küçük bir ahenksizlik, en yumuşak harflerin bile çatışması onu hasta ederdi. "Yüzünde keder hüküm sürüyordu, çizgilerinde hüzün beliriyordu" veya “ağlıyordu" yerine "gözyaşları döküyordu" gibi âdilikler onu tiksindirirdi. Aksne, orijinal olmak için aranan süslerden ve yeniliklerden de iğrenirdi. Meselâ, bir nehirden bahsedilirken "saltanatın hudutları" tâbirine rastlarsa haykırırdı: "Kahrolsun saltanat!"
André Gide, eline kalemi aldığı günden beri süssüz ve çıplak cümle taraftarıdır. Fakat onun bu sadelik prensibi, salim bir düşünüşün, lüzum gösterdiği ve müsaade ettiği yerlerde cümlelerine biraz renk ve biraz gölge düşürmesine mani olmamıştır. Hiç şüphe yok ki, bu renklilik ve abu boşluk, ancak masif bir sadeliği olan kütleli ve güneşli bir yazıya yaraşıyor. Bunun için yazıda sadelik ve açıklık taraftarları, pek haklı olarak, Boileau'nun, ancak iyi düşünülen şeyin açık yazılabileceğini anlatan meşhur sözünü tekrarlarlar. Bir zamanlar karanlık bir ibareye sahip olmakla itham edilen şair Paul Valery bile süslü ve çapraşık bir ifadenin aleyhindedir: "Bazan bir üslûbu süslemek icap etse bile, diyor, bu işi ancak net ve çıplak bir üslüp sahibi muharrirler iyi yapabilirler."
Reklam
Yazı yazarken titiz bir muharririn kâbuslarından biri de alelâde olmak endişesidir. Bu titizliğin içine biraz beceriksizlik, biraz da kendini birinci plâna koymak için başkalarından ayırmak niyeti karışıyor, o muharrir, sade ile alelâde arasında, ancak pişkin bir kalemin bulabileceği farkı sezmekten âciz kalarak, süslü ve çetrefil bir ibarede karar kılar. Alelâde muharrirse, alelâde olmak endişesinden büsbütün yakayı sıyırmış adamdır. Bu da, tıpkı öteki gibi sade ile alelâde arasındaki farka gözlerini yummuştur. Bu idraksizlik, birini, alelâde olmak korkusuyla sada olmaktan alıkoyduğu gibi, öbürünü de sade olmak gayretiyle alelâdeliğe sürükler.
Dil üzerine incelemelerde, çok defa, yazı diliyle edebi dilden aynı şeymiş gibi bahsedilmiştir. Türk dilcilerine mahsus olan bu hata, daha büyük bir hata doğurdu. Yazı dili müşterek dilin yazı ile ifadesi olduğu için, edebi dilin de halk diline yaklaşması lâzım geldiği neticesine varıldı. Edebî dil, tıp dili gibi, hukuk dili gibi, matematik dill gibi hususî bir dildir (langue spéciale). Bunları anlamak için her bir ihtisasa ait hususî bir kültüre ihtiyaç vardır. Yazı dili (meselâ alelâde bir mektubun dili) müşterek dildir ve bir ihtisasın ifadesi değildir.
Zamanında köylünün üç yüz kelime ile konuştuğu, Shakespeare'in eserlerinde otuz bin kelime sayılmıştır. Dünyanın herhangi bir yazarı halk dilinin dar söz hazinesi içinde kalmaya razı olsaydı edebiyat tarihi çocukça düşünce ve heyecanların iptidaî ifade tarihinden ibaret kalacaktı. Dünyaca tanınmış yazarların hepsi, halk dilini aştıkları ve günlük ifade imkânlarına yeni imkânlar katan nüansları dile getirmeğe muvaffak oldukları nisbette şöhret ve otorite kazanmışlardır.
Genç Kalemciler ve ondan sonraki Türkçülük ve sadelik hareketleri, Osmanlıca'nın Türkçeleşmesi imkânlarını yazı dilinin halk ve konuşma diline yaklaşmasında aramışlar, dile ve edebiyata ait iki ayrı hâdiseyi birbirine kanıştırmışlardır. Bir dilin yabancı sözlerden temizlenmesi halk diline dönmekle mümkün olamaz. Çünkü umumiyetle konuşma dili, insanla tabiat ve eşya arasındaki maddî ve kaba münasebet çerçevesi içinde kalır. Bu, günlük ve amelî hayatın dilidir. Edebî veya ilmî yazı dilindeki birçok mücerred (soyut) kavramlar halk ve konuşma dilinde yoktur. Meselâ "hâdise, alâka, münasebet, müşahhas, mücerret, tekâmül, inkılâp..." gibi daha binlerce söz konuşma veya halk dilinde olmadığı için bunlara "olay, ilgi, somut, soyut, evrim, devrim..." gibi türetme yoluyla elde edilmiş yeni karşılıklar aranmıştır. Böyle yine halk dilinden ayrı bir ilim argosu kurulmak yoluna gidilmektedir. Halk için bir "somut" kelimesi bir “müşahhas"tan daha az yabancı değildir. Çünkü halk zekâsı ikisinin de mânâsını kavrayacak seviyeden mahrumdur.
Reklam
Bir edebiyat soysuzlaşmaya yüztuttuğu zaman ona birtakım bela-fikirler musallat olur. Genç Kalemler'den beri Türk şiirine, bilhassa Türk nesrine dadanan sırnaşık fikirlerden biri de, gitgide bir engel inanç halini alan şu yanlış ilkedir. Yazı dili konuşma diline yaklaştığı nisbette gelişir.
Aptalların hayranlığını avlayan ve eskilerin "Teşâur" diye ayıpladıkları boyalı cümlenin müşterisi azaldıkça telâşı artan yazıcının, seksen milyonuncu tab'ı yapılmış fikirlerden ibaret sermayesi de tükendiği için, miskin imanlara veya açıktan küfürlere kadar gitmesi kaleminin son deprenişidir.
Halid Ziya Uşaklıgil'in neslinden sonra gelenlerin çoğunda uzun cümleye karşı bir yılgınlık görünür. Bunu kaideleştirenler de olmuştur: Halk dilinin sadeliğini ve konuşma dilindeki cümlelerin kısalığını ileri sürerler. Edebiyat-ı Cedide'den sonraki iki neslin birçok muharrirleri, ellerinde bu yanlış ölçü, köprü üstünde vapura koşarken bir dostuna rastlayan adamın kırık dökük cümlelerindeki otomatizmin nesirden sadeliğe ve tabiiliğe delâlet eden üstün bir kıymet olduğuna inanmışlardır. Bazıları da otomobil ve uçak devrinde uzun cümle yazıp okumayı, içinde yaşadığımız büyük hız devrinin ritmine aykırı bulurlar.
Bir kelime ile, şiir yazmasa yaşayamayacağını hissetmeyen insan şair değildir. Bu kriterium bize Voltaire'in kötü şiirler yazan bir avukata söylediğini hatırlatıyor: - Avukat efendi! Bu şiirleri yazmasaydınız sizi asarlar mıydı?
Reklam
Şairsiz asrımız, her şiir hasreti duydukça içini o kadar derinden derine çekmiştir ki, göğsünden fırlayan rüzgârın yaptığı dalgalar üstünde, Rainer Maria Rilke gibi sayılı birkaç şairinin hâtırası yükselivermiş, mezarlarına konan çelenk büyüye büyüye dünyayı kaplayan bir şeref hâlesiyle isimlerini çerçevelemiştir.
...Okuyucu, her zaman ve her yerde kurulan yalancı elmas pazarlarının alıcısı olmakta mazurdur. Herkes, bazan kuyumculardan başka hiç kimse pırlantanın yalancısını sahicisinden ayıramaz. San'at işinde bu kuyumcu, münekkiddir. Bizde bu temyiz kabiliyetini temsil eden üç isim sayamazsınız. Tenkidi olmayan bir memlekette rağbet gerçek san'at eserinin aleyhine, ters bir ölçüdür. Millî romanlarımız için de böyle. Size bir misal vereyim. Türkiye'de 70-80 bin basılan ve hiç bir kitaba nasip olmamış bir rağbetle satılan eser "Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrûkesi"dir. Bundan pay biçiniz.
Eğer dünyaya bir ressam gözüyle bakmayı seviyorsanız bu kıldan ince telin üstünde oynayan güneş, bir dağ manzarasının kitlesi kadar azametle içinizi doldurur. Kâinat sırrını bu parlak tel üstünde çizgileşmiş görürsünüz.
"Fırsat buldukça, canım sıkıldıkça, kafamın içine bir başka benlik sokuldukça insanları sevmek için bir uzlet içinden, bir yoksuzluk ve kimsesizlik içinden; bir varlığın ve bir kimsenin karışıklığını daha iyi duyabilmek için daima melânkolik köşeler arardım. O zaman küçük kumruların gezindiği cami sundurmalarında düşünür; İstanbul'a, bu köprülerin ve sefillerin ve vapurların birbirini düşündüğü, birbirini çağırdı İstanbul'a bakardım."
Sayfa 135 - Sait Faik AbasıyanıkKitabı okuyor
304 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.