Yine de, umut denen, bir kuyuydu bende, boşsa da seslenirdim, ses boş gelirdi. Uslanmazdım. (Severim bu huyumu: Uslanmazdım.) Seslenirdim yeniden, ses boş gelirdi. Ses boş gelirmiş, gelsin, seslenirdim.
“Düşün sevdiğim, diyelim bir pencerenin önündeyiz şimdi: Ve kırlara ve birden bir gümbürtüyle inen yağmura, sessizliğe ve esen yağmur sesine, yeşile, ilkyaza; güneşe, sıcağa ve sarıya ve açık sarıya ve daha da koyusuna sarının, güzün öncesine ve sonrasına, soğuğa ve kar örtüsüne ve yeniden kuş sesine, yürek çırpışına ve kan damarda dolanır gibi doğan ve batan dışarıya bakıyoruz. Birlikte ağarmış saçlarımızla, yemek odasının penceresinden…
Bunu istiyorum.”
(...) hiçbir şey bilmiyorum, -evet, "hiç" denebilir, uzaklardan gelen, duyulur duyulmaz arası, sezilen -ancak sezilebilen- acılı bir türkü gibi şimdi her şey...
"Biliyor musun, önce Murat yoktu. Değil mi, kardeşin yoktu senin. Sonra Murat oluverdi. Hep böyle. Deden vardı değil mi? Deden yok oldu sonra. Hep böyle. Herkes böyle. İnsanlar önce yokken ortaya çıkarlar, sonra bir gün giderler. Köpekler de öyle, kediler de... Hani, Hatice Hanım'ın bir sarı kedisi vardı, n'oldu?"
"Ölmüş."
"Ya, ölmüş. Hep böyle olur. Kediler de ölür, insanlar da... Herkes..."